Atatürk’ün ilke ve gerçekleştirmiş olduğu devrimleri Atatürkçü düşünce sistemi
içerisinde inceleyebiliriz. Atatürkçülük: Esasları Atatürk tarafından
belirlenen; devlet hayatına

fikir hayatına

ekonomik hayata

toplumun temel kurumlarına

devletin rejimi ve işleyişine ilişkin
gerçekçi fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir. Atatürkçülük;Türk milletinin

bu gün ve gelecekte tam bağımsızlığa

huzur ve refaha sahip olması

devletin millet egemenliği esasına
dayandırılması

aklın ve bilimin rehberliğinde

Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi
üzerine çıkarılması amacını hedef alır (İlköğretim Atatürkçülük ve İnkılap
Tarihi 8.Sınıf Ders Kitabı).
Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesi ve gelişmesi Türkiye Cumhuriyetinin her
türlü tehlikeye karşı korunabilmesi için Atatürkçülüğün bilinmesi ve bunun
hayata geçirilmesi gerekir. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin temeli Atatürkçü
düşünce sistemidir. Atatürk’ün 6 tane ilkesi bulunmaktadır. Bunlar:
1. Cumhuriyetçilik: Cumhuriyet halkın yönetime katılması ve milli iradenin
egemenliğidir. Atatürk’ün deyimiyle; “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi
sistemiyle devlet şekli demektir.”
2. Milliyetçilik: Milli birlik ve beraberlik anl***** gelmektedir. Atatürk
milliyetçiliğinde ırkçılık yoktur. Atatürk milliyetçiliği ülke birliği ve ortak
geçmiş ve geleceği öngörmektedir.
3. Halkçılık: Cumhuriyetçiliğin ve milliyetçiliğin doğal bir sonucudur.
Halkçılık herkesin kanun önünde eşit olmasını öngörmektedir.
4. Laiklik: Din ve devlet işlerinin ayrıldığını öngören laiklik din ve vicdan
özgürlüğüdür. Temel bir ilke olan laiklik akıl ve bilimi esas alır.
5. Devletçilik: Ekonomik

kültürel ve sosyal kalkınmada devlete düşen
görevleri belirlemek için Atatürk’ün koyduğu temel ilkelerden biridir. Bu
ilkenin amacı Türk toplumunu çağdaş uygarlık refah düzeyine yükseltmektir.
6. İnkılapçılık: Yenilik değişiklik ve çağdaşlık demektir. Atatürkçülüğün
inkılap anlayışı eskiyi

kötüyü kaldırıp yerine yeniyi

iyiyi ve güzeli koymaktır. Bu anlayış

sürekli olarak çağdaşlaşmayı kapsar.
Atatürk’ün ilkelerini incelediğimizde bunların bazı ortak özelliklerinin
olduğunu gözlemleriz. Bunları kısaca açıklamak gerekirse şu sonuç ortaya çıkar.
Atatürk ilkeleri toplum ihtiyacından doğmuş akla ve mantığa dayanır. Türk
toplumunda bu ilkeler hem sözle söylenmiş hem de pratikte uygulanmıştır. Bu
ilkeler günümüzde etkinliklerini koruya bilmişse bu

ilkelerin toplum tarafından benimsendiğinin
bir göstergesidir. Bu ilkeler bir bütündür. Yani bir vücudu oluşturan azalar
gibidir ve bölünemezler. Atatürk ilkelerini bütünleyen ilkelerde bulunmaktadır.
Bunlar :
a) Milli egemenlik
b) Milli birlik ve beraberlik
c) Akılcılık ve bilimsellik
d) Çağdaşlılık ve batılılaşma
e) İnsanlık ve insan sevgisi
f) Özgürlük ve bağımsızlık
g) Yurttta sulh cihanda sulh
Bu ilkelerin hepsi de farklı olmasına rağmen hepsinin temelinde yenilikçi bir
anlayış yatmaktadır.
Atatürk toplum hayatını düzenlemek ve ilerlemeyi sağlamış olan batı
devletlerine ayak uydurabilmek için bazı devrimler gerçekleştirmiştir. Bu
devrimler şunlardır:
1. Siyasal Alanda Yapılan Devrimler: Atatürk toplum hayatını kemiren monarşik
yönetimi kaldırmak ile siyasal alandaki ilk devrimini yapmıştır yani
cumhuriyeti ilan etmiştir. Bunu gerçekleştirmek için önce saltanatı
kaldırmıştır. Bu devrimler sosyal hayatı derinden etkilemiştir ve toplum kabuk
değiştirmiştir. Din hayatını devletten çekmek için ise halifeliği kaldırmıştır.
Bu da laik bir hayatın başlangıcı olmuştur ki eğitim için çok önemli bir
değişim olmuştur. Halifeliğin kaldırılması ile laiklik konusunda büyük bir adım
atılmıştır.
2. Toplumsal devrimler : Toplumsal yapı unsurlarının bir çoğunda yapılmıştır.
Asıl toplumun tabanına inen yani teferruat sayacağımız devrimler olmuş. Kılık
kıyafetten soyadı kanununa

ölçü

saat ve takvim gibi hayatın birçok alanıyla
ilgilidir. Toplum zor da olsa bu devrimlere ayak uydurmuş ve çektiği
zorlukların mükafatını ileriki zamanlarda almıştır.
3. Hukuk Devrimi: Mecelle kaldırılmış ve Türk medeni kanunu getirilmiş. Aile
hayatından siyasi haklara

eğitimden özel haklara bir çok yönüyle
modernleşmenin önü açılmıştır. Ayrıca laikliğin hukuk düzenine uygulanması da
gerçekleşmiştir.
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler: Yozlaşmış kurumlardan biri olan
medreseler kapatılmış

öğretim birleştirilmiş(tevhid-i tedrisat
kanunu)

yeni Türk harfleri kabul edilmiş

yüksek öğretimler kurumları düzenlenmiştir.
Atatürk Osmanlıdaki eğitim sistemini toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği
görüşündedir. Bu nedenle modern eğitim sisteminin oluşturulmasına karar
vermiştir. Bu konuda Arap alfabesinin kaldırılması ile eğitimde modernleşme
hareketleri hız kazanmıştır.
5. Ekonomik Alandaki Devrimler: Aşar gibi köylüyü ezen vergiler kaldırılmış.
Çiftçi üretim için teşvik edildi. Teşviki sanayi kanunu ile sanayi alanında
çalışmalar başlatılmıştır. I – II kalkınma planları uygulanmıştır. Sanayi
alanında gerekli değişimler yapılmıştır.
ATATÜRKÜN EĞİTİM FELSEFESİ
Atatürk’ün eğitim politikası kendi zamanının diğer devlet politikalarından
farklıydı. O tarihlerde ülkeler kendi eğitim politikalarını yani eğitim
felsefelerini oluştururken mensubu oldukları unsurları eğitim sisteminin içine
koyuyorlardı. Örneğin faşist İtalya kendi eğitim politikasını kendi devlet
yapısına göre şekillendiriyordu. Aynı şekilde totaliter devletlerde eğitim
politikalarını oluştururken “din” faktörünü temel esas olarak almışlardır. Yani
bütün eğitim politikalarını tek bir unsur üzerine inşa ediyorlardı. Bunun
örneğini Osmanlı İmparatorluğunda görmekteyiz. Atatürk bütün bunları görmüş ve
eğitimin felsefi manada “monist” yani “tekçi” olmamasının gerektiğini
belirterek yeni Türk eğitiminin temelini atarken eğitimin birden fazla unsuru
kapsamasına özen göstermiş ve Türk eğitim felsefesinin temeline bilimi

akılı ve fenni koymuştur. Bu da bize
Atatürkçülüğün katı bir doktrin olmadığını gösteriyor.
Atatürkçü düşünce sistemi eğitimde; “yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim
olduğu”nu esas alır. Paradigma piramitlerinin üst üste bindiği ve bilişim
toplumu yolunda ilerleyen bir dünyada

bundan daha azı kabul edilemez. Bunu
kavraması ve öğrencilerine kavratması gereken öğretmendir.
Atatürk eğitim için yön belirlerken Osmanlıdan devraldığı mirası göz önünde
bulundurmuştur. Yeni eğitim sisteminin bu miras üzerine kurulamayacağını çok
iyi biliyordu ve yapmış olduğu devrimlerle eğitime yön vermiştir. Çünkü Osmanlı
imparatorluğunun eğitim sistemi geleneksel dediğimiz totaliter bir biçimdeydi.
Son zamanlarda yenileşme hareketlerinin etkisiyle de eğitim alanında yenilikler
olmuştur. Yeni okulların kurulması ile beraber geleneksel eğitim ile yenilikçi
okullar beraber eğitim vermeye başlamış ancak buda eğitimde ikiliklerin
olmasına sebep olmuştur. Osmanlı imparatorluğundaki eğitim sisteminin aksayan
bir diğer yanı da eğitimde karma sistemin olmaması idi yani erkekler okuma
yazma öğrenirken kızlara bu hak pek fazla verilmemekteydi. Osmanlı
imparatorluğu yıkılırken hakkın %90 ı okuma yazma bilmiyordu.
Atatürk eğitim politikasını oluştururken akıl ve bilimi esas almıştır. Bunu
yaparken de batılılaşmayı hedef olarak görmüştür. Asıl hedef ise muasır
medeniyetler seviyesine çıkmaktır.
Maarifimizin böyle kötü şartlar içinde bulunduğu bir sırada Yunanlılarla harp
devam etmekte. Sakarya’da savunma hazırlıkları sürdürülmektedir. Maarifin Milli
Mücadele kadar önemli olduğunu belirten Mustafa Kemal Paşa 15 Temmuz 1921’de
Ankara’da Maarif Kongresi’nin toplanmasını istedi ve kongrede yaptığı
konuşmada; “Bizi yaşatmak istemeyenlere karşı

yaşamak hakkımızı savunmak üzere toplanan
TBMM burada

Ankara’da kuruldu. Bugün Ankara Millî
Türkiye’nin Millî Maarifini kuracak kongrenin açılmasına da sahne olmakla bir
daha şereflenecektir. Şimdiye kadar takip edilen talim ve tahsil ve terbiye
usullerinin milletimizi tarihi tedenniyatında (gerilemesinde) en mühim bir âmil
olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahsederken

eski devrin hurafatından ve evsafı
fıtriyemize (milli bünyemize) hiçte münasebeti olmayan yabancı fikirlerden

şarktan ve garptan gelebilen bilcümle
tesirlerden uzak

seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip
bir kültür kastediyorum. Çünkü millî dehamızın tam olarak gelişmesi böyle bir
kültür ile temin olunabilir”[2]
Bu görüşü ile Atatürk geleneksel eğitimin yenilenen Türk toplumunun
ihtiyaçlarını gidermekte yetersiz kaldığını belirtmiştir.
Atatürk ulusal eğitimin yaygınlaşması için; eğitime ve öğretmenlere çok işin
düştüğünü belirterek 24 Mart 1923 günü Kütahya lisesinde yaptığı konuşmada
şunları söylemiştir: “Toplumumuzu gerçeğe ve mutluluğa eriştirmek için iki
orduya gerek vardır. Biri

vatanın hayatını kurtaran asker ordusu

diğeri ulusun geleceğini yoğuran irfan
ordusu “[3]
Eğitimin temel görevinin devletin varlığını sürdürmek olduğunu bilen Atatürk

27 Ekim 1922 günü yaptığı konuşmada
“çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun onlara
temel olarak şunları öğreteceğiz: 1) Ulusuna 2) Türkiye devletine 3) Türkiye
büyük millet meclisine düşman olanlarla savaşma gereği”[4]
Büyük eğitimci ve devlet adamı olan Atatürk ün eğitim ve eğitimciye verdiği
önemden sonra Türk eğitim mo****nin geliştirilmesinde dikkate alınması gereken
temel ilkeler vardır. Bu ilkeler incelendiğinde görülecektir ki Atatürk ün
eğitimle ilgili düşünce ve görüşleri bu günden daha moderndir. Eğitimde bize
yol gösteren ilkeler şunlardır:
1. Eğitimimiz ulusal olmalıdır.
2. Eğitimimiz bilimsel olmalıdır.
3. Eğitimimiz uygulamalı olmalıdır.
4. Eğitimimiz karma olmalıdır.
5. Eğitimimiz laik olmalıdır.
Tabi bu ilkeler günümüzde uygul*****m derecesi nedir o tartışılır. Ancak Türk
eğitim
sistemimizin daha ileri olması için bu ilkelerin uygulanması gerektiği
söylenebilir.
Atatürk’ün eğitim felsefesini inceledikten sonra günümüzde eğitim cumhuriyetten
sonra değişimlere uğramıştır. Cumhuriyetten sonra gelen hükümetler hep kendi
zihniyetlerine uygun eğitim politikalarını oluşturmuştur. Bu da Türkiye
cumhuriyetinde bir eğitim karmaşasına sebep olmuştur. Yani her gelen ya bir şey
almış veya bir şey koymuştur. Türk eğitim felsefesinin yukarıda saydığımız
eğitim ilkelerine uygun olması gerektiğine inanıyorum çünkü bu ilkeler bizi
muasır medeniyetler seviyesine çıkaracaktır. Ancak günümüzde yeni hükümet AKP
hükümeti birazda olsa eğitimin kalitesini artırmak için bir şeyler yapmaya
çalışmaktadır ancak bunlar yeterli değildir. Son dönemlerde eğitime ayrılan
bütçenin savunma bütçesinden fazla olması gibi bir uygulama önemli ve olumlu
bir uygulamadır. Son dönem Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi hala kızların
okullu olmaması gibi bir uygulama az da olsa kırsal kesim dediğimiz bölgelerde
hala devam etmektedir. Bunu aşmak için devletin haydi kızlar okula kampanyası
dikkate şayan bir uygulamadır. Bundan başka devletin halen uygulamakta olduğu
eğitime %100 destek kampanyası da eğitim için çok önemli bir uygulamadır. Bu
konuda biz halk

aydın

ve işçi

memur

v.b. herkese düşen görevlerin olduğunun
daima bilincinde olmamız gerektiğine inanmaktayım. Onun için; devletimizin
eğitim için yaptıklarını sonuna kadar desteklemeliyiz ve elimizden gelen her
şeyi ortaya koymalıyız. Çünkü; çocuklar bizim çocuklarımız

okullar bizim okullarımız

kısacası devlet bizim devletimizdir.
Özellikle ülkemizde hala devam etmekte olan kızların okula gönderilmemesi gibi
çağdışı uygulamaların önüne geçmek için hep beraber el ele vererek
çalışmalıyız.
MİLLİ EĞİTİM
Eğitim

bir insanın kabiliyet ve davranışlarını
geliştirmek

toplumun iyi değerlerini benimsetmek için yapılan
işler ve uygulanan yollardır. Millî eğitim

bir milletin genç nesillerini o milletin
maddî ve manevi değerlerinin gösterdiği hedefler içinde

ideal insan tipi olarak

yönlendirme ve yetiştirmedir. Eğitimin
konusu insandır. Eğitime önem veren toplumlar

huzur ve kalkınma için gereken en önemli
yatırımı yapmış sayılırlar. İyi bir vatandaş

ancak iyi bir eğitim sayesinde
yetiştirilebilir.
Eğitimde geri kalan toplumlar

gelişme ve ilerleme sürecini yakalayamazlar.
Ailede başlayan eğitim

okullarda devam eder ve insan hayatının her
dönemini kapsar. Eğitim

bir ülkede millî birlik ve beraberliğin
sağlanmasında en önemli unsurdur. Ülke kalkınması

ancak eğitimde birlik sağlanması ile
gerçekleştirilebilir.
Her yenileşme hareketinin başarısı

eğitim alanındaki başarıya bağlıdır.
Kalkınmanın

akıl ve bilimin önderliğinde
gerçekleşeceğine inanan Atatürk

millî eğitime büyük önem vermiştir.
Hiçbir devlet kurucusu Atatürk kadar eğitime önem vermemiştir. Atatürk bir
sözünde "Maarif vekili olarak

millî irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük
emelimdir." demiştir. Başka bir konuşmasında "Eğitimdir ki bir
milleti ya hür

müstakil

şanlı

âli bir heyeti içtimaiye hâlinde yaşatır
veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder." diyerek eğitime verdiği
önemi dile getirmiştir.
Memleket sorunlarının çözümü ancak iyi bir eğitimle mümkündür. Eğitim ve
öğretimdeki gelişme düzeyi bir toplumun kalkınmışlığının aynasıdır.
Eğitim

çağdaş ve millî değerlere bağlı olmalıdır.
Millî değerlerden yoksun bir eğitim

millî birlik ve beraberliğin kurulmasını
zorlaştırır. Geri kalmışlık zincirini kırmak

Atatürk'ün gösterdiği hedefler doğrultusunda
çağdaş ve tarihini unutmayan nesiller yetiştirmekle mümkün olur.
Atatürk

eğitimin yabancı fikirlerden

etkilerden uzak ve millî değerlerimize uygun
olmasını istemiştir. Bu konuyu "Bugüne kadar izlenen eğitim ve öğretim
yöntemlerinin milletimizin tarihsel gerilemesinde en önemli etken olduğu
kanısındayım. Onun için ulusal bir eğitim programından söz ederken eski devrin
boş inançlarından

toplumsal yapımızla hiç de ilgisi olmayan
yabancı fikirlerden

doğudan ve batıdan gelebilen tüm etkilerden
tamamen uzak

ulusal özelliklerimizle ve tarihimizle
uyuşabilen bir kültür kastediyorum." sözleriyle belirtmiştir.
Eğitimin çağdaş ve bilimsel olması gerektiği konusunda ise şunları söylemiştir:
"Evet

milletimizin siyasal ve toplumsal hayatında

milletimizin zihinsel eğitiminde de
rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde

okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki
Türk milleti

Türk sanatı

ekonomisi

Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle
gelişir. Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Yurdumuzu
bir çember içine alıp dünya ile ilişkisiz yaşayamayız. Tersine

gelişmiş ve yükselmiş bir ulus olarak
uygarlık alanı üzerinde yaşayacağız. Bu yaşam ancak bilimle

teknikle olur. Bilim ve teknik nerede ise
oradan alacağız ve her yurttaşın kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için sınır
ve koşul yoktur." Eğitimde kalkınma bir milletin topyekün kalkınması
demektir.
Atatürk

Kütahya ilimize yaptığı bir gezide
öğretmenlere "Memleketimizi
toplumumuzu gerçek hedefe

mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç
vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu

diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan
ordusu. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Bir millet savaş meydanlarında ne
kadar parlak zaferler elde ederse etsin

o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak
irfan ordusuna bağlıdır." diye seslenerek eğitimin bir milletin
hayatındaki önemini belirtmiştir.
Bir devlet

eğitim çağındaki kuşaklara

iyi ve kötüyü

kalkınmayı

millî birlik ve beraberlik ülküsünü ancak
eğitimle verebilir. Eğitimine önem vermeyen milletlerin kalkınmaları mümkün
değildir.
Genç kuşaklar

güçlü bir millî eğitimle

gerektiğinde millî menfaatler konusunda
kendi çıkarlarını hiçe sayan

her türlü fedakârlığı yapmaya hazır bir
ruhla yetiştirilmelidir.
TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU VE MEDRESELERİN KALDIRILMASI
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde

diğer kurumlar gibi eğitim kurumları da
büyük bir çöküntü içinde idi. Osmanlı Devleti'ndeki eğitim kurumları olan
medreseler

Kuruluş ve Yükseliş dönemlerinde gerek
eğitim kadrosu

gerekse programları bakımından çok ileri bir
seviyedeydi.
Fakat 17. yüzyıldan itibaren

devletin diğer kurumlarındaki gerilemeye
paralel olarak eğitim kurumları da geriledi.
Devletin yıkılışını önlemek amacıyla yapılmaya başlanan yenilikler çerçevesinde

eğitim kurumları da yeniden düzenlendi. 18.
yüzyılın sonlarında ordunun subay

teknik eleman ve doktor ihtiyacını
karşılamak üzere

çağın gereklerine uygun okulların açılmasına
başlandı. Tanzimat Dönemi'nde

askerî okullardan başka

Avrupa'dakilere benzer modern eğitim
kurumları açıldı. Medrese ve modern devlet okulları dışında

kendi dillerinde eğitim yapan azınlık ve
yabancı okulları da vardı. Bu okullarda okutulan farklı dersler sebebiyle ayrı
duygu ve düşünce

değişik kültür ve davranışa sahip insanlar
yetişti. Bu uygulama

ülkede millî kültürün gelişmesine büyük
ölçüde engel olmaktaydı. Bu sebeple millî bir kültür oluşturulamıyordu.
Kurtuluş Savaşı'nın amacı millî birliğin sağlanması ve çağdaşlaşma olduğu için

Osmanlı eğitim sistemi devam ettirilemezdi.
Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal

eğitim konusunda da çalışmalara başlamıştı.
16 Temmuz 1921'de yaptığı bir konuşmada millî kültürün önemi ve gerekliliğinden
bahsederek

eğitim ve kültür konusundaki bölünmüşlüğün
kaldırılmasını savundu. Osmanlı Devleti'nde var olan

mektep-medrese ayrımının kaldırılacağını
söyledi. Eğitimin yaygınlaştırılarak bilgisizliğin yok edilmesi gerektiğini
vurguladı.
Büyük zaferden sonra çağdaş bir eğitim sisteminin kurulması için düşündüklerini
uygulamaya koydu. Bu amaçla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 3 Mart 1924'te
Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul edildi. Bu kanunla

medreseler kaldırıldı ve Türkiye Cumhuriyeti
sınırlan içindeki bütün okullar

Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Böylece
eğitim kurumlarının bir çatı altında toplanması ve eğitimin millî bir nitelik
kazanması sağlandı.
2 Mart 1926'da maarif teşkilâtı hakkındaki kanun kabul edildi. Bu kanunla lâik
eğitime uygun

ilk ve ortaöğretim programlan belirlendi.
Eğitim hizmetleri

modern bir hâle getirildi. Bundan sonra
millî ve lâik eğitimi yaygınlaştırmak için

hızla ilkokullar

ortaokullar

liseler ve yüksek okullar açıldı. Bunların
yanı sıra meslek okulları da açıldı. İlkokul zorunlu hâle getirildi.
Eğitim ve öğretimde çağdaş ülkeler seviyesine çıkmak için yeni programlar
geliştirildi. Atatürk

Türkiye'de millî eğitimin kuruculuğunu da
yapmış oldu.
YENİ TÜRK HARFLERİN KABULÜ
Cumhuriyet Dönemi'nin en önemli inkılâplarından birisi de Harf İnkılâbı'dır.
Türkler

tarih boyunca değişik alfabeler
kullanmışlardır. Türklerin kullandığı ilk alfabe

Göktürk Alfabesi'dir. Bu alfabe aynı zamanda
ilk millî alfabemizdir. Bundan sonra Uygur Türkleri kendilerine mahsus bir
alfabe kullandılar. İslâmiyet'in kabulünden sonra Arap Alfabesi kullanılmaya
başlandı. Arap harfleri

Türk Dili için uygun değildi.
İlerlemenin önündeki en büyük engel cehaletti. Milleti bu durumdan kurtarmaya
kararlı olan Mustafa Kemal

kurtuluşun yolunu da şu sözü ile gösterdi:
"Büyük Türk milleti

cehaletten az emekle kısa yoldan ancak;
kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu
okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir."
Okur-yazarlığı yaymak ve cehaleti kısa zamanda gidermek için

Atatürk'ün emriyle bir komisyon kurulup yeni
Türk alfabesi hazırlandı. Harf İnkılâbı'nın ilk müjdesini Mustafa Kemal 8
Ağustos 1928'de

İstanbul'daki Sarayburnu Parkı'nda halka
şöyle duyurdu: "Arkadaşlar

bizim güzel ahenkli zengin dilimiz yeni Türk
harfleri ile kendini gösterecektir. ... Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir.
Vatandaşa

kadına

erkeğe

hamala

sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve
milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir
milletin

bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir

yüzde sekseni bilmezse

bundan insan olanlar utanmalıdır."
Bundan sonra yeni Türk harflerinin yaygınlaştırılması için bir seferberlik
başlatıldı. Başöğretmen Atatürk

yurt seyahatine çıkıp

kara tahta başında yeni Türk harflerini
vatandaşlara öğretti. Ankara'da toplanan öğretmenler birliği kongresinde

öğretmenler

Atatürk'ün açtığı bu yeni yolda sabırla
çalışacaklarına ant içtiler. Üç ay gibi kısa bir zamanda inkılâp gerçekleşti
1 Kasım 1928'de

yeni Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanun

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
kabul edildi. Kanunun kabul edilmesinden sonra geniş halk kitlelerine okuma
yazma öğretmek üzere "Millet Mektepleri" açıldı.
Atatürk

Millet Mektepleri Başöğretmeni ilân edildi
(24 Kasım 1928).
Böylece

eğitim ve kültür hayatımızda yeni bir dönem
başlamış oldu
İleti konusu: Atatürk'ün Devrimleri
DİL DEVRİMİ
Dil

milli yapıyı oluşturan

sağlamlaştıran ortak bağdır. Atatürk

Türk Dilini kendi milli asil benliğine
kavuşturmayı ve kendi benliği içinde zenginleştirerek büyük bir kültür dili
haline getirmeyi

12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik
Cemiyeti'ni (Türk Dil Kurumu) kurarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tarih
anlayışında olduğu gibi

milli kültürümüzün temeli olan dilde de
millileşmek bir zorunluluktu. Atatürk

dildeki bağımsızlığı siyasi bağımsızlığın
bir parçası sayıyordu.
Dil devrimi

Türk Devrimi'nin temel prensiplerine de
uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma devrimidir. Atatürk

Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğu 1932
yılında TBMM'ni açış konuşmasında; "Milli kültürün her çığırda açılarak
yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk
dilinin

kendi benliğine

aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması
için

bütün devlet teşkilatımızın

dikkatli

alakalı olmasını isteriz"

sözü ile

dildeki gelişme ve sadeleşmeyi sadece
toplumda bir akım olarak değil

yasama ve yürütme organına da

düşen bir görev olarak göstermiştir.
Atatürk'ün 1932 yılında başlattığı dil devrimi çalışmalarına

milli kültür politikasının gerekli kıldığı
bir anlayışla eğilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet felsefesinin temelinde

Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesinin
ön safına çıkarma amacı yer aldığına göre

dilimizin de uzun vadede böyle bir medeniyet
seviyesinin gerekli kıldığı bütün kelime

kavram ve terimleri karşılayabilecek bir
kültür dili durumuna getirilmesi gerekiyordu. Atatürk'ün çabaları ile

Türkçe'nin bütün sorunları bir bütün olarak
düşünülmüş

sistemli bir şekilde başarılı çözümlere
ulaştırılmaya çalışılmıştır.
SALTANATIN KALDIRILMASI
Mudanya Mütarekesi'nden sonra

Lozan Barış Konferansı için hazırlıklar
başlayınca

Osmanlı Hükümeti

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti
yanında konferansa katılmak arzusunda olduğunu bildirdi. İtilaf Devletleri'nin

hala İstanbul'da bir hükümet tanımak ve onu
da Türkiye ile birlikte konferansa çağırmak istemeleri ve bu hükümetin de

delegeleri beraberce seçmek için Büyük
Millet Meclisi'ne başvurması

Mustafa Kemal Paşa'yı harekete geçirdi.
Sadrazamı Tevfik Paşa'nın barış konferansında görüş ve sözbirliği

Büyük Millet Meclisi Başkanlığına çektiği
telgraf

Mecliste tepkiyle karşılandı. Gerek Mustafa
Kemal Paşa'nın

24 Nisan 1920 tarihli önergesinde ve gerekse
20 Ocak 1921 tarihli Anayasada egemenliğin millette olduğu ilan edilmişti.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve pek çok milletvekilinin ortak teklifi 30 Ekim
1922 günü TBMM'de görüşülmeye başlandı. Önergede Saltanatın kaldırıldığı
belirtiliyordu. Saltanatla birleşmiş olan "halifelik" ise ondan
ayrılacaktı. Ateşli görüşmeler sırasında şu düşüncelerin Meclis Genel Kuruluna
hakim olduğu görüldü: Saltanat

Halifelikten ayrılsın ve kaldırılsın.
Halifeyi biz seçelim; -Saltanat ve Halifelik birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle

eğer Saltanat kaldırılırsa Halifelik de
kalkmış olur ki

böyle bir durum düşünülemez. Görülen şuydu:
Başta Hüseyin Rauf (Orbay) Bey ve Refet (Bele) Paşa gibi

Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın
arkadaşlarının bulunduğu bir grup

Halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını
ileri sürüyorlardı. Saltanatın kaldırılması hakkında kanun tasarısı

Türkiye Büyük Millet Meclisi Karma
Komisyonunda görüşülürken

hilafetle saltanatın ayrılamayacağı
düşüncesi ileri sürüldü. İlk grubun içinde bulunanlar ise böyle bir ayrımın
mümkün olduğunu belirtiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa söz alarak

tarihsel ve bilimsel açıklamalarda bulunarak

yüksek sesle şunları söyledi:
"Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye

ilim icabıdır diye müzakereyle

münakaşa ile verilemez. Hakimiyet

saltanat kuvvetle

kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları
zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el
koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de

Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini
ihtar ederek

hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi
eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan

millete saltanatını

hakimiyetini bırakacak mıyız

bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele
zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır.
Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse

fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde

yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır.
Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Mustafa Kemal Paşa'nın bu çok önemli ve tarihi konuşması sonunda

Karma Komisyon'da

görüşülen teklif hemen kabul edilmiş ve
ivedilikle Genel Kurulda görüşülerek

1 Kasım 1922'de 308 Numaralı karar olarak
benimsenmiştir. Yeni Türkiye'nin yeni temellerinin de bir ifadesi olan bu karar
ile

hilafet ve saltanat birbirinden ayrılmış

saltanat kaldırılmıştır. Ertesi gün

TBMM

Osmanlı veliahdı Abdülmecid Efendi'yi halife
seçmiştir. Böylece

çok önemli bir gelişme sağlanmıştır.
TBMM'nin Saltanatı kaldırma kararı

İstanbul Hükümeti tarafından da
benimsenmiştir. Hükümet istifa etmiştir. Devir ve teslim işlerine derhal
başlanmıştır. Bu tutum

Saltanatın kaldırılmasının beklendiğini de
gösterir. Saltanatın kaldırılma kararı üzerine

17 Kasım 1922'de Sultan Vahidettin

İngiltere himayesine sığınarak Malaya
zırhlısı ile yurdu terketmiş ve Malta'ya gitmiştir. Oysa Osmanlı tarihinde
hiçbir padişahın düşmana sığınmak gibi bir tutum içine girdiği görülmemiştir.
1921 ve 1924 ANAYASALARI
20 Ocak 1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye Kanunu)
20 Ocak 1921'de

TBMM tarafından kabul edilen ilk Anayasa
(Teşkilatı Esasiye Kanunu)

TBMM'nin dokuz aylık çalışmasından ve uzun
görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Bu Anayasa

dağılan ve yok olan Osmanlı İmparatorluğu
yerine yeni bir devletin kuruluşunu hukuki yönden belirten ve varlığını
sağlayan bir eserdir. Yeni Anayasa aynı zamanda milli egemenliği hakim kılan ve
vatanın kaderine milli egemenliğin temsilcisi Büyük Millet Meclisi'nin el
koymasını mümkün kılan ve onun meşruluğunu da tanıtan

hukuki ve siyasi değeri olan bir belgedir.
20 Ocak 1921'de kabul edilen Anayasa

23 asıl

bir de ayrı madde halinde iki kısım olarak
düzenlenmiştir. Genel esasları kapsamaktadır. Anayasanın kısa oluşu

o devrin özelliğinden ileri gelmekteydi.
Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamak için

kısa ve özel bir anayasa hazırlanmıştı. 20
Ocak 1921 Anayasası bir geçiş dönemi anayasası olarak

Milli Mücadelenin çok dinamik olağanüstü
şartlarına uymakta ve demokratik niteliğinin yanı sıra ihtilalci karakterini de
korumaktaydı. Anayasanın ruhunda ve mantığında kuvvetler birliği sistemi
hakimdi. Milli iradeyi millet n***** temsil eden tek yetkili organın

Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu
belirtmektedir. Başkansız bir Cumhuriyet kuran bu Anayasa ile milli irade
Meclis tarafından tescil edilmekte ve yürütülmekte

böylece kuvvetler birliği esası

kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını
ve tek bir iradeye bağlanmasını da şart kılınmaktadır.
20 NİSAN 1924 Anayasası
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) olağanüstü devrin

olağanüstü şartları içinde çıkarılmış
dinamik bir dönemin anayasası idi. Daha sonra

şartlar değişmiş

Cumhuriyet ilan olunmuş

Türk devrimi aksiyon evresinden yeniden
düzenleme

reformlar evresine yönelmişti. Yeni
Türkiye'nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı vardı. TBMM'nde çalışmalar ve
müzakereler sonunda

20 Nisan 1924'te 105 maddeden oluşan yeni
Anayasa kabul edildi.
20 Nisan 1924'te kabul edilen yeni devletin ikinci Anayasası

Milli Mücadelenin kazanılmasından ve
Cumhuriyetin ilanından sonra

demokrasi ilkesine değer veren bir anayasa
olarak düzenlendi.
1924 Anayasası

dayandığı ilkeler bakımından

1789 Fransız İhtilali'nden itibaren gelişen
ferdiyetçi ve hürriyetçi hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil etmekte ve aynı
zamanda siyasi fikir akımlarının tarihi gelişmesinden de faydalanmaktadır. Bu
Anayasa hazırlanırken

1921 tarihli Anayasanın dayandığı temel
esaslardan esinlenilmiştir. Milli egemenlik

tek meclis ve kuvvetler birliği ve meclisin
üstünlüğü prensipleri

1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu'ndan alınmış
ve geliştirilmiştir.
1924 Anayasası

egemenliğin yalnızca millete ait olduğu ve
ancak TBMM tarafından kullanılacağı esasına uygun olarak hazırlanmıştır.
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması

ona bir diğer ilahi veya beşeri otorite ve
makamın ortak olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ilkeyle egemenliğin milli
niteliği 1924 Anayasasında daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kayıtsız
ve şartsız millet egemenliği düşüncesinden hareket eden Anayasanın siyasal
sistemi

böylece devlet içinde Büyük Millet Meclisi
tarafından temsil olunan; tek kuvvet

tek meclis ilkesine dayanmaktadır. 1924
Anayasası meclis hükümeti ile parlamenter hükümet sistemi arasında bir köprü
görevi görmüştür. 1924 Anayasası

1921 Anayasasından daha yumuşak bir
kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü
sistemini geliştirmiş

Anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir
şekilde düzenlemiş

kamu özgürlüklerine geniş yer vermiştir.
ULUSLARARASI SAAT ve TAKVİMİN KABUL EDİLMESİ
**çülerde Değişiklikler
1 Nisan 1931 tarihinde çıkarılan 1782 Sayılı Kanunla

eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri
değiştirilmiş; arşın

endaze

okka

çeki gibi hem belirli olmayan hem de
bölgelere göre değişen eski ölçüler kaldırılmıştır. Medeni ölçü sayılan onlu
yönteme uygun

metre ve kilogram gibi uzunluk ve ağırlık
ölçüleri kabul edilmiştir. Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu
değişiklikler

ülkede ağırlık ve uzunluk ölçülerinde tek
bir sistemin uygulanmasını sağladığı gibi uluslararası ticari ilişkilerde de
yararlı olmuştur.
Takvimde Değişiklik
Ayın hareketlerine göre ayları gösteren

saat

rakam ve tatil günleri

gerek memleketin iç hayatında

gerekse dünya ile olan ilişkilerimizde büyük
güçlük çıkartıyor

çalışma hayatımızda karışıklıklara neden
oluyordu. 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen kanunlarla Hicri ve Rumi takvim
kaldırılarak yerine Miladi takvim

alaturka saat yerine de uluslararası saat
kabul edildi. 20 Mayıs 1928'de de uluslararası rakamlar yasallaştı.
Hafta tatili olarak kabul edilen cuma yerine

pazar gününün resmi hafta tatili günü olması
ise

1935'te çıkarılan bir kanunla sağlanmıştır.
SOYADI KANUNU
Kişinin soyadının bulunmaması toplum hayatında karışıklara neden oluyordu.
Ayrıca bu durum toplumsal ilişkiler bakımından da bir ek...likti. Soyadı yerine
kullanılan baba adı

doğduğu memleketin adı ve kullanılan
lakaplar

soyadının toplumsal ilişkilerdeki rolünü
oynayamıyordu.
21 Haziran 1934'te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz
adından başka bir de

soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları
Türkçe olacaktı. Rütbe

memurluk

yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka
aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.
Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla

TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi
olarak

Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını
vermiştir.
1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; "Ağa

Hacı

Hafız

Hoca

Molla

Efendi

Paşa" gibi

eski toplum zümrelerini belirten unvanlar
kaldırılmıştır. Aynı kanunla yurt savunmasında

Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı
verilen madalyalar dışında

eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm
nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklanmıştır.
SANAYİ
Milli Mücadelenin sonucunda

İstanbul

İzmir ve Adana'da hurda bir durum arz eden
birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul'da harap bir askeri fabrika

ülkenin sanayi gücünü oluşturuyordu.
Kalkınmak için sanayileşmek bir zorunluluktu. Sanayi kuruluşlarını teşvik ve
koruma amacıyla

1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi
Kanunu

sanayinin tanımını yapmakta ve sınıflara
ayırmaktaydı. Her grup

kanunun getirdiği muafiyetlerden taşıdığı
önem derecesinde faydalanmaktadır. Teşvik-i Sanayi Kanunundan faydalanılarak
memlekette bazı sanayi kuruluşları kurulmuştur. Ayrıca

1929 yılından itibaren

yüksek gümrük tarifeleri uygulama imkanı

memleket sanayiini dışarının rekabetinden
koru... geliştirilmiştir.
Bu dönemde devlet

temel tüketim ve ara malları alanında ithal
ikamesi sağlamak amacıyla üç beyaz ve üç siyah projesine öncelik vermiştir. Un

şeker

pamuklu üç beyazı: kömür

demir ve akaryakıt da üç siyahı temsil
ediyordu. Bu temel malların yurt içinde üretilmesi ile hem döviz tasarrufu
sağlanacak

hem de dışa karşı bu maddeler için
bağımlılık kalmayacaktı.
Devlet bu dönemde

doğrudan sanayi yatırımlarına hemen hemen
hiç iltifat etmemiş

faaliyetini daha çok insan yetişmesine

eğitime ve altyapı yatırımlarına yöneltmiş

sanayinin özel teşebbüs tarafından
yaratılabileceğini varsaymıştır. Bunun için de özel sermaye yatırımlarını
teşvik edici tedbirlere başvurmuştur.
1931 yılında iktidar partisi CHP

özel sektör girişimlerinin ülke
kalkınmasında yetersiz kalması sonucu

progr***** devletçiliği almış

hazırlık ve çalışma devresinden sonra

1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nı 1934 yılından
itibaren uygulamaya koymuştur.
Ancak

1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nın
uygulanmasından önce

çok önemli düzenlemeler yapmış ve yeni
birtakım müesseseler kurulmuştur. 1933 yılında

Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi Kredi
Bankası kaldırılarak bunların yerine Sümerbank kurulmuştur. Sümerbank'ın
faaliyetlerinin ana amacı

özel sektör sanayiinin kredi ihtiyaçlarını
karşılamak olmakla beraber

esas görevini sanayi planının uygulanması
teşkil etmiştir. Sümerbank

aynı zamanda daha sonra kurulan diğer devlet
kuruluşlarına da örnek olmuştur.
1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama
Enstitüsü (MTA)

elektrik enerji kaynaklarının
değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE)

maden ve elektrik işletmelerini kurmak ve
işletmek amacıyla Etibank kurulmuştur.
1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nda tekstil sanayii

kendir-kesen sanayii

demir-çelik sanayii

sömikok fabrikası

porselen-çini sanayii

sudkostik

klor

suni ipek

selüloz ve kağıt tesisleri

şeker sanayii

süngercilik ve gül sanayileri yer almıştır.
Planın uygulanmasına 1934 yılında başlanmış

planda öngörülen tesisler beş yıl içinde
tamamlanarak işletmeye açılmıştır. Yine bu devrede planda yer almayan askeri
fabrikaların modernizasyon ve genişletilmesine de devam edilmiştir. 1933-1938
yılları

Türk sanayiinin ilk ve planlı kuruluş
safhasıdır. Planlı kalkınma

teknik alanda iş gücü yaratmış ve toplum
yaşantısına büyük ölçüde etki yapmıştır. Özellikle toprağın verimini artıracak
olan tekniğin tarıma uygulanmasının

bütün bir endüstri hayatının gelişmesi ile
mümkün olabileceğini de ortaya koymuştur.
TÜRK ALFABESİNİN KABULÜ
1 Kasım 1928'de Latin esasından alınan harfler

(Türk dilinin özelliklerini belirten
işaretlere de yer vererek) "Türk harfleri" adıyla 1353 Sayılı Kanunla
kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk
harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.
Arap harflerinin Türkler tarafından kullanılması

İslamiyet'in kabulünden sonra başlamış ancak
bu harfler

Türk diline hiç bir zaman uyamamıştır.
Türkçe

Arap harfleri ile kolay yazılıp
okunamıyordu. Harf İnkılabının hedefi

okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak

modern öğretim ve eğitimin gerçekleşmesini
sağlamaktı. Harf İnkılabının ilk adımı

20 Mayıs 1928'de 1288 sayılı kanunla

Arap rakamlarının kullanılmasına son
verilerek

uluslararası rakamların kabulü ile
başlamıştı.
Atatürk

9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul'da Sarayburnu
Parkı'nda düzenlenmiş bir şenlik sırasında

Harf Devrimini halka duyurmuştur;
"Arkadaşlar

güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk
harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar

bizim güzel ahenkli

zengin lisanımız (dilimiz) yeni Türk
harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve
içinde bulunduran

anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden
kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu
yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız
ki

Milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün
medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar

yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün
millete

kadına

erkeğe

köylüye

çobana

hamala

sandalcıya öğretiniz" demiştir. Harf
Devrimi

büyük bir tarihi olaydır. Çünkü

sosyal

kültürel ve siyasi alanda geniş yankıları
olmuştur.
1 Kasım 1928'de Latin alfabesine dayalı yeni Türk Alfabesinin kabulünden sonra

24 Kasım 1928'de yayımlanan Millet
Mektepleri Talimatnamesi gereğince

yurdun her köşesinde Millet Mektepleri
açılmış

halka yeni harflerle okuma yazma
öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara "Millet Mektepleri Başöğretmeni"
sıfatıyla katılmıştır.
TARİKAT

TEKKE ZAVİYE ve TÜRBELERİN KAPATILMASI
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve
zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep
olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke

zaviye

türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması
zorunlu kurumlardı. Atatürk

Kastamonu'da 30 Ağustos 1925'te söylediği
bir nutukta türbelerin

tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve
tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; "**ülerden medet ummak

medeni bir cemiyet için

şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet

biliniz ki

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler

dervişler

müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En
doğru en hakiki tarikat

medeniyet tarikatıdır."
30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke

zaviye ve türbelerin kapatılması kabul
edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun

bütün tarikatlarla birlikte

şeyhlik

dervişlik

müritlik

de****k

seyitlik

çelebilik

babalık

emirlik

halifelik

falcılık

büyücülük

üfürükçülük

gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak
amacıyla muskacılık gibi

eylem

unvan ve sıfatların kullanılmasını

bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu
unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.
ŞAPKA

KILIK ve KIYAFET DEVRİMİ
Atatürk

23 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya
yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek giysi devriminin ilk işaretini
verdi. "Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz

zihniyetimiz

tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır.
Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu
giyeceğiz." diyen Büyük Atatürk

27 Ağustos 1925'te de İnebolu'da "Turan
kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet
bizim için

çok cevherli milletimiz için layık bir
kıyafettir." diyerek

medeni yaşayışa uyan kıyafetin kabulü
gerekliliğini belirtmiştir. Atatürk'ün uyarması üzerine daha 25 Kasım 1925
tarih ve 671 Sayılı Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaşlar şapkayı giymiş ve bu
yenilik

medeni kıyafet değişimi olarak halk arasında
iyi karşılanmıştı. Bundan sonra

cüppe ve sarık giymek yasaklanmış

bu kıyafetleri giyme hakkı yalnız din
adamlarına tanınmıştı.
CUMHURİYET'İN İLANI
Türkiye Büyük Millet Meclisi

1 Kasım 1922'de aldığı tarihi kararında

saltanata son vermiştir. Bu tarihi kararın
da açık bir belirtisi olarak

1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime
geçilmiştir. Ancak

Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi

1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine
karar vermiş ve yeni kurulan Meclis

Lozan'da elde edilen antlaşmayı
onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması'nın kabulü ve 6 Ekim 1923'te Türk
Ordusunun İstanbul'a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve
böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23
Nisan 1920'den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da
bir zorunluluk haline gelmiştir.
Cumhuriyet'in Kabulü 25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı

Büyük Millet Meclisi'nde çalışma güçlüğünü
ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akş***** kadar kabine kurulamaması üzerine

Gazi Mustafa Kemal Paşa

Çankaya köşkünde yemek sırasında
arkadaşlarına; "Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz" diyerek görüşünü
açıklamıştır. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda

Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda
tartışıldı. Sorun çözülemeyince

Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan düşüncelerini
açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa

bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın
değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen
tasarıyı da grubun bilgisine sundu.
Grupta cereyan eden uzun müzakereler sonunda

Cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Parti
Grubu'ndan sonra

Meclis toplanarak hazırlanan kanun
tasarısını aynen kabul etti. "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında
gece saat 20.30'da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli
Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.'lu Kanunun kabulü
ile olmuştur. Bu kanunla

Anayasanın 1

2

4

10

11 ve 12'nci maddeleri önemli ölçüde
değiştirilmiştir. Bu önemli değişiklikler

29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün

Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak

Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle yeni
Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
ANKARA'NIN BAŞKENT OLUŞU
Lozan Barış Antlaşması'nın TBMM tarafından onaylanmasından sonra

İstanbul 23 Eylül 1923'ten itibaren tahliye
edilmeye başlandı. 6 Ekim 1923'de İstanbul'un yabancı işgal kuvvetleri
tarafından boşaltılması tamamlandı. Yabancı işgal kuvvetlerinin İstanbul'dan
ayrılması

gündeme hükümet merkezi sorununu getirdi.
İsmet Paşa (İnönü) hükümet üyesi olmakla beraber

Ankara'nın başkent oluşunu öngören önergeyi
9 Ekim 1923'te on dört arkadaşı ile birlikte

Malatya Milletvekili olarak TBMM'ne verdi.
İsmet Paşa

Ankara'nın hükümet merkezi olması konusunu
acil bir sorun olarak görmekte ve Lozan'dan itibaren zihnine yerleşmiş
bulunduğunu ifade etmektedir. İsmet Paşa'ya göre

Ankara'nın başkent olması iç ve dış çeşitli
sebeplere dayanmaktadır: "Lozan'da Batı dünyasının murahhasları

mütehassısları

diplomatları ile görüşüyorum. Bunlar
İstanbul Hükümeti'ni İstanbul muhitini tanıyan insanlar ve yeni devletin o
muhitin insanlarına göre kurulmasını arzu ediyorlar. Bunu her hallerinden
anlıyorum. Bizim bakımımızdan meselenin daha ehemmiyetli ve değişik cepheleri
var. Bir defa Boğazlar askeri bakımdan tamamıyla açık

tamamıyla emniyetsiz. Bu vaziyetteyiz. Lozan
Antlaşması'yla elde edebildiğimiz neticeler ve tarihi şartlar bizi endişeye
sevk ediyor. Ayrıca Anadolu'nun ortasında bulunarak ve bir Anadolu hükümeti
olarak yeni devleti çalıştırmak istiyoruz".
İsmet Paşa'ya göre; Ankara'nın hükümet merkezi olması meselesinin

hilafetle bir ilgisi yoktur. Fakat

Ankara hükümet merkezi olunca

hilafet bir bakıma devletimizin dışına
atılmış oluyor: "Gerçi biz hilafeti devamlı bir müessese olarak
düşünmüyoruz

Fakat Ankara'nın hükümet merkezi olması ve
hilafet merkezinin İstanbul'da bulunması

ondan kurtulmak için ayrıca bir temel vasıta
olacaktır."
Teklif edilen Anayasa maddesi gayet kısadır: Türkiye Devletinin makarrı idaresi
Ankara şehridir." Ancak teklif edilen kanun maddesinin gerekçesi

Ankara'nın yeni Türkiye'nin merkezi olması
gereğini açıklamaktadır. Gerekçe özetle

yeni Türkiye'nin varlığının

ülkenin kuvvet kaynaklarının gelişmesinin
sağlanması

Anadolu'nun merkezinde başkent tesis etmek
lüzumunu açıklıyor ve coğrafi ve stratejik durum

iç ve dış güvenlik de bunu gerekli
görüyordu.
13 Ekim 1923'te TBMM'de kabul edilen tek mad****k bir yasa ile Ankara

yeni devletin başkenti olmuş ve böylece
devlet merkezinin İstanbul olacağı yolundaki çekişmelere son verildiği gibi

Cumhuriyetin ilanı için de bir adım
atılmıştır. Bu

aynı zamanda Milli Mücadele'nin başından
beri uygulanan Ankara'nın İstanbul'a hakim olacağı esasının bir sonucu idi.
ANKARA'NIN BAŞKENT OLMASI İÇİN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI'NA
VERİLEN ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ TEKLİFİ
Yüksek Başkanlığa
Lozan Antlaşması'nın tamamlayıcılarından tahliye protokolünün uygulanması son bulmuş
ve baştan başa yabancı işgalinden kurtulan Türkiye'nin fiilen kuruluşu tahakkuk
eylemiştir. Milletimizin en değerli beldelerinden İstanbul'umuz

İslamiyet'in hilafet merkezi olma durumunu

İslam alemi içinde tahsisen ve hasren Türk
milletinin savunma vasıtalarına emanet edilmiş olarak sonsuza kadar
sürdürecektir. Diğer taraftan Türkiye Devleti'nin idare merkezi için Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nde karar vermek zamanı gelmiştir.
Bir devletin merkezini tayin için esas olacak düşünce

yeni Türkiye'nin idare merkezinin Anadolu'da
ve Ankara şehrinin seçilmesini gerekli kılmaktadır. Söz konusu düşünce;
Antlaşma ile Boğazlar için kabul edilen hükümler

yeni Türkiye'nin varlığının esası

memleketin kuvvet kaynakları ve gelişmesini
Anadolu'nun merkezinde tesis etmek gereği

coğrafi ve stratejik durumunun müsaadesi
çerçevesinde iç ve dış güvenliğin sağlanması hususunda geçmişte edinilmiş
tecrübelerle özetlenebilir. Bu düşüncelerin her biri

başlı başına bir önemli gerekçe sayılacak
durumdadır. Devletin idare merkezinin yeni bir şekilde tesis ve gelişmesine bir
an önce başlamak iç ve dış tereddütlere son vermek için alttaki kanun
maddesinin kabulünü arz ve teklif ederiz.
Kanun maddesi : Türkiye Devleti'nin idare merkezi Ankara şehridir. 9 Ekim 1923
Malatya:İsmet İnönüÇorum:Ferit TörümküneyDiyarbakır:Zülfü TiğrelErtuğrul
(Bilecik)r.Fikret OnuralpKütahya:Seyfi AydınMalatya:Hilmi OytaçKastamonu:M.
MahirErzurum:RüştüErzincan:Sab itSivas:RahmiBursa:N ecati KurtuluşBursa:Refet
(Canıtez)Konya:Kazım Hüsnü Beyİstanbul:Ali Rıza BebeKarahisarıSahip:M. Kamil
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile

Sultan-Halife gibi

çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının
elinden egemenlik hakları

devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı
hükümdarına sadece

dini başkanlık yetkiler tanınmıştı. Hükümet

TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid
Efendi'den

sadece Müslümanların Halifesi ünvanını
kullanmasını

gösterişli hareketlerde bulunmamasını
istemişti. Abdülmecid

halife seçildikten sonra kendisine verilen
talimata aykırı olarak

"Halife-i Müslimin" ünvanından
başka sıfat ve ünvanlar taşı...

Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına
çıkmıştır.
Bazı politikacılar ise; "Hilafet aynı hükümettir

hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç
kimsenin hiç bir meclisin elinde değildir" diyerek

Halife'yi

Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum
halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat
Gazi Mustafa Kemal Paşayı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep

Halife mevcut oldukça Türkiye'de yapılması
zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.
3 Mart 1924 tarihli

"Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı
Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair
kanun"la hilafet kaldırılmıştır. Böylece

yeni Türkiye önemli bir adım daha atmıştır.
Hilafetin kaldırılmasının Türkiye'de ve dünyada geniş yankıları olmuştur.
Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü

bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf
Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması
sonucu

bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve
medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de
kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i
Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.
TÜRK MEDENİ KANUNU
17 Şubat 1926'da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ve 22 Nisan 1926'da kabul
edilen Borçlar Kanunu İsviçre'den

1 Mart 1926'da kabul edilen Ceza Kanunu ise
1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu'ndan alınarak yürürlüğü girmiştir. Bu
kanunları 1927'de yürürlüğe giren İsviçre'nin Neuchatel Kantonundan alınan
Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etmiş

1929'da ise yürürlüğe giren 4 Nisan 1929
tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da Almanya'dan alınmıştır.
17 Şubat- 1926'da kabul edilen Medeni Kanun

Türkiye'de laik bir özel hukuk sisteminin
başlangıcını teşkil etmiştir. Bu kanun ile toplumsal alanda kadın erkek
eşitliği sağlanmış

kadınlara istediği mesleği seçme hakkı
verilmiş

resmi nikah mecburi hale getirilmiş

tek eşle evlilik sistemi benimsenmiş

kadınlara miras konusunda eşitlik ilkesi
getirilmiş

boşanmalarda kadın güvence altına
alınmıştır. Ayrıca Medeni kanunla Patrikhanelerin din işleri dışındaki azınlık
haklarını kontrol yetkisi kaldırılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder