Son Dakika Günlük Haberler

24 Nisan 2013 Çarşamba

Bayrak sevdalısı bir mecnun


ÇAĞLAYANCERİT'Lİ MECNUNUN TÜRK BAYRAĞI SEVDASI

    Bu mecnun. Doğuştan zihinsel özürlü bir gençtir. Kimseye bir zararı olmaz. İlçe halkı her zaman onu bağrına basmıştır. Esas adı Mehmet’tir Mehmet diye çağırıldığında dönüp bakmaz. Ancak TOLA sözünü duyunca hemen güler. Onun lakabı tola 37 yaşında. Bazen öfkeli bazen neşeli bazen kendi kendine konuşur. Durur. Kendisine sorulan soru ne olursa olsun “HE” diye cevap verir. Başka bir şey diyemez. Tola’nın bir büyük sevdası var ki kelimelerle anlatılması güç. Onun en büyük sevdası “Türk Bayrağına” olan aşkıdır. Çok zaman elinde Türk Bayrağı ile dolaşır. Bayrağı bağrına basar. Öperek yüzüne sürer. Bazen boynuna sarar bazen başına örter. Bayrakla yatar. Bayrakla kalkar. Bayrağın buruşuk olmasını istemez. İki adım atar bayrağını kontrol eder. Her zaman dik tutar.
    Taşıdığı bayrağı bazı esnafların dükkânlarına asar. Bayrak’ta buruşukluk görürse bayrağı uzanıp düzeltmeye çalışır. Eğer bayrak çok yüksekte ise eline uzunca bir değnek alır bayrağın buruşukluğunu açar. Tola Parayı bilmez. Ve konuşamaz. Acıktığı zaman tanıdığı bir insana yaklaşır açlığını ispat etmek için karnını döver. O zaman aç olduğunu herkes bilir. Tola’nın karnını doyururlar. Bir esnafın dükkânına girdiği zaman esnafa şunu alacağım diye sormaz gider kendi eliyle canının istediği yiyecekten birkaç tane alır. Bazı esnaflarımız ona paket pirinç, makarna ve sebze verirler.
     Çok sevdiği esnaf Hacı Hüseyin KUŞ’A getirir ve yemek yapmasını ister. Hacı Hüseyin KUŞ olurda Tola’yı hiç kırar mı? Dükkânında Tola’nın yemeğini hazırlar. Salatasını yapar karnını doyurur. Çayını içirir Tola Hüseyin Kuş’a sarılarak ayrılır. İkinci bir esnaf Hacı Yusuf TEKEL Tola’nın bir sözünü iki etmez onu doyurur çayını kolasını içirir. Öyle gönderir. Tola zihinsel özürlü olabilir ama “BAYRAK” sevdalısı,  Bu ülkede yaşayıp da TÜRK Bayrağını yerden yere vuran yırtmaya yakmaya kalkışanlar asıl zekâ özürlüdür. Böyle beyin özürlülere en güzel cevabı Tola vermiştir.
---------------------------------


14 Nisan 2013 Pazar

Kutlu Doğum Haftası




       KAHRAMANMARAŞ’TA KUTLU DOĞUM HAFTASI

TEMA VAKFI K.MARAŞ ŞUBESİ KUTLU DOĞUM HAFTASI ETKİNLKİKLERİ
TEMA VAKFI K.MARAŞ ŞUBESİ KUTLU DOĞUM HAFTASI ETKİNLKİKLERİ KAPSAMINDA 1001 FİDAN DİKİM KAMPANYASI DÜZENLEDİ. K.MARAŞ VALİSİ ŞÜKRÜ KOCATEPE’NİN DE KATILDIĞI FİDAN DİKME TÖRENİNİN EN ÖZEL YANI İSE FİDANLARIN ANASINIFI ÖĞRENCİSİ MİNİKLERİN ELİNDEN TOPRAK İLE BULUŞMASIYDI.
 NECİP FAZIL ŞEHİR HASTANESİ ARKA TARAFINDA TEMA VAKFI TARAFINDAN DÜZENLENEN ETKİNLİKTE İL TEMSİLCİSİ CAFER KALALI FİDAN DİKİM ETKİNLİĞİ ÖNCESİ 350 OKUL ÖNCESİ ÖĞRENCİNİN İLK DEFA TOPRAKLA BULUŞACAĞINI BELİRTEREK BU ANLAMLI GÜNDE BU ANLAMLI ETKİNLİĞİ DÜZENLEMELERİNE KATKI SUNANLARA TEŞEKKÜR ETTİ.
ETKİNLİKTE VALİ KOCATEPE MİNİK ÖĞRENCİLER İLE BİRLİKTE FİDANLARI TOPRAK İLE BULUŞTURARAK FİDANIN İLK YAŞAM SUYUNUDA MİNİK ÖĞRENCİLER İLE VERDİ.
NECİP FAZIL ŞEHİR HASTANESİ ARKA TARAFINDA DÜZENLENEN ETKİNLİKTE İLK KEZ TOPRAKLA BU KADAR İÇ İÇE OLARAK FİDAN DİKEN MİNİKLERİN MUTLULUĞU GÖRÜLMEYE DEĞERDİ.
VALİ KOCATEPE HER BİR AĞAÇLA ONLARDA BÜYÜYEREK SERPİLEREK ÜLKEMİZE FAYDALI BİR İNASAN OLACAKALR DİYEREK ÇOCUKLARN GELECEKTE BUGUN YAPTIKALRI İÇİN MUTLU OLACAKLARINI BELİRTTİ.
TEMA VAKFI İL TEMSİLCİSİ CAFER KALALI DÜZENLENEN FİDAN DİKEME ETKİNLİĞİNİN ÖNEMİNİ VURGULADI
TEMA VAKFI K.MARAŞ ŞUBESİ KUTLU DOĞUM HAFTASI ETKİNLKİKLERİ KAPSAMINDA 1001 FİDAN DİKİM KAMPANYASINA SENEM AYŞE ANA OKULUKAHRAMANMARAŞ ANA OKULU VE BİNEVLER ANADOLU ÖĞRENCİLERİ KATILDI
KAYNAK

13 Nisan 2013 Cumartesi

Atatürk'ün Yaptığı Yenilikler




                1923 den bu yana Atatürk'ün Yaptığı Yenilikler

Atatürk’ün ilke ve gerçekleştirmiş olduğu devrimleri Atatürkçü düşünce sistemi içerisinde inceleyebiliriz. Atatürkçülük: Esasları Atatürk tarafından belirlenen; devlet hayatına fikir hayatına ekonomik hayata toplumun temel kurumlarına devletin rejimi ve işleyişine ilişkin gerçekçi fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir. Atatürkçülük;Türk milletininbu gün ve gelecekte tam bağımsızlığa huzur ve refaha sahip olması devletin millet egemenliği esasına dayandırılması aklın ve bilimin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacını hedef alır (İlköğretim Atatürkçülük ve İnkılap Tarihi 8.Sınıf Ders Kitabı).

Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlenmesi ve gelişmesi Türkiye Cumhuriyetinin her türlü tehlikeye karşı korunabilmesi için Atatürkçülüğün bilinmesi ve bunun hayata geçirilmesi gerekir. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin temeli Atatürkçü düşünce sistemidir. Atatürk’ün 6 tane ilkesi bulunmaktadır. Bunlar:

1. Cumhuriyetçilik: Cumhuriyet halkın yönetime katılması ve milli iradenin egemenliğidir. Atatürk’ün deyimiyle; “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.”
2. Milliyetçilik: Milli birlik ve beraberlik anl***** gelmektedir. Atatürk milliyetçiliğinde ırkçılık yoktur. Atatürk milliyetçiliği ülke birliği ve ortak geçmiş ve geleceği öngörmektedir.
3. Halkçılık: Cumhuriyetçiliğin ve milliyetçiliğin doğal bir sonucudur. Halkçılık herkesin kanun önünde eşit olmasını öngörmektedir.
4. Laiklik: Din ve devlet işlerinin ayrıldığını öngören laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür. Temel bir ilke olan laiklik akıl ve bilimi esas alır.

5. Devletçilik: Ekonomik kültürel ve sosyal kalkınmada devlete düşen görevleri belirlemek için Atatürk’ün koyduğu temel ilkelerden biridir. Bu ilkenin amacı Türk toplumunu çağdaş uygarlık refah düzeyine yükseltmektir.
6. İnkılapçılık: Yenilik değişiklik ve çağdaşlık demektir. Atatürkçülüğün inkılap anlayışı eskiyi kötüyü kaldırıp yerine yeniyi iyiyi ve güzeli koymaktır. Bu anlayış sürekli olarak çağdaşlaşmayı kapsar.

Atatürk’ün ilkelerini incelediğimizde bunların bazı ortak özelliklerinin olduğunu gözlemleriz. Bunları kısaca açıklamak gerekirse şu sonuç ortaya çıkar. Atatürk ilkeleri toplum ihtiyacından doğmuş akla ve mantığa dayanır. Türk toplumunda bu ilkeler hem sözle söylenmiş hem de pratikte uygulanmıştır. Bu ilkeler günümüzde etkinliklerini koruya bilmişse bu ilkelerin toplum tarafından benimsendiğinin bir göstergesidir. Bu ilkeler bir bütündür. Yani bir vücudu oluşturan azalar gibidir ve bölünemezler. Atatürk ilkelerini bütünleyen ilkelerde bulunmaktadır. Bunlar :

a) Milli egemenlik
b) Milli birlik ve beraberlik
c) Akılcılık ve bilimsellik
d) Çağdaşlılık ve batılılaşma
e) İnsanlık ve insan sevgisi
f) Özgürlük ve bağımsızlık
g) Yurttta sulh cihanda sulh

Bu ilkelerin hepsi de farklı olmasına rağmen hepsinin temelinde yenilikçi bir anlayış yatmaktadır.

Atatürk toplum hayatını düzenlemek ve ilerlemeyi sağlamış olan batı devletlerine ayak uydurabilmek için bazı devrimler gerçekleştirmiştir. Bu devrimler şunlardır:

1. Siyasal Alanda Yapılan Devrimler: Atatürk toplum hayatını kemiren monarşik yönetimi kaldırmak ile siyasal alandaki ilk devrimini yapmıştır yani cumhuriyeti ilan etmiştir. Bunu gerçekleştirmek için önce saltanatı kaldırmıştır. Bu devrimler sosyal hayatı derinden etkilemiştir ve toplum kabuk değiştirmiştir. Din hayatını devletten çekmek için ise halifeliği kaldırmıştır. Bu da laik bir hayatın başlangıcı olmuştur ki eğitim için çok önemli bir değişim olmuştur. Halifeliğin kaldırılması ile laiklik konusunda büyük bir adım atılmıştır.

2. Toplumsal devrimler : Toplumsal yapı unsurlarının bir çoğunda yapılmıştır. Asıl toplumun tabanına inen yani teferruat sayacağımız devrimler olmuş. Kılık kıyafetten soyadı kanununa ölçü saat ve takvim gibi hayatın birçok alanıyla ilgilidir. Toplum zor da olsa bu devrimlere ayak uydurmuş ve çektiği zorlukların mükafatını ileriki zamanlarda almıştır.

3. Hukuk Devrimi: Mecelle kaldırılmış ve Türk medeni kanunu getirilmiş. Aile hayatından siyasi haklara eğitimden özel haklara bir çok yönüyle modernleşmenin önü açılmıştır. Ayrıca laikliğin hukuk düzenine uygulanması da gerçekleşmiştir.

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler: Yozlaşmış kurumlardan biri olan medreseler kapatılmış öğretim birleştirilmiş(tevhid-i tedrisat kanunu) yeni Türk harfleri kabul edilmiş yüksek öğretimler kurumları düzenlenmiştir. Atatürk Osmanlıdaki eğitim sistemini toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği görüşündedir. Bu nedenle modern eğitim sisteminin oluşturulmasına karar vermiştir. Bu konuda Arap alfabesinin kaldırılması ile eğitimde modernleşme hareketleri hız kazanmıştır.

5. Ekonomik Alandaki Devrimler: Aşar gibi köylüyü ezen vergiler kaldırılmış. Çiftçi üretim için teşvik edildi. Teşviki sanayi kanunu ile sanayi alanında çalışmalar başlatılmıştır. I – II kalkınma planları uygulanmıştır. Sanayi alanında gerekli değişimler yapılmıştır.

ATATÜRKÜN EĞİTİM FELSEFESİ
Atatürk’ün eğitim politikası kendi zamanının diğer devlet politikalarından farklıydı. O tarihlerde ülkeler kendi eğitim politikalarını yani eğitim felsefelerini oluştururken mensubu oldukları unsurları eğitim sisteminin içine koyuyorlardı. Örneğin faşist İtalya kendi eğitim politikasını kendi devlet yapısına göre şekillendiriyordu. Aynı şekilde totaliter devletlerde eğitim politikalarını oluştururken “din” faktörünü temel esas olarak almışlardır. Yani bütün eğitim politikalarını tek bir unsur üzerine inşa ediyorlardı. Bunun örneğini Osmanlı İmparatorluğunda görmekteyiz. Atatürk bütün bunları görmüş ve eğitimin felsefi manada “monist” yani “tekçi” olmamasının gerektiğini belirterek yeni Türk eğitiminin temelini atarken eğitimin birden fazla unsuru kapsamasına özen göstermiş ve Türk eğitim felsefesinin temeline bilimi akılı ve fenni koymuştur. Bu da bize Atatürkçülüğün katı bir doktrin olmadığını gösteriyor.

Atatürkçü düşünce sistemi eğitimde; “yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğu”nu esas alır. Paradigma piramitlerinin üst üste bindiği ve bilişim toplumu yolunda ilerleyen bir dünyada bundan daha azı kabul edilemez. Bunu kavraması ve öğrencilerine kavratması gereken öğretmendir.

Atatürk eğitim için yön belirlerken Osmanlıdan devraldığı mirası göz önünde bulundurmuştur. Yeni eğitim sisteminin bu miras üzerine kurulamayacağını çok iyi biliyordu ve yapmış olduğu devrimlerle eğitime yön vermiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğunun eğitim sistemi geleneksel dediğimiz totaliter bir biçimdeydi. Son zamanlarda yenileşme hareketlerinin etkisiyle de eğitim alanında yenilikler olmuştur. Yeni okulların kurulması ile beraber geleneksel eğitim ile yenilikçi okullar beraber eğitim vermeye başlamış ancak buda eğitimde ikiliklerin olmasına sebep olmuştur. Osmanlı imparatorluğundaki eğitim sisteminin aksayan bir diğer yanı da eğitimde karma sistemin olmaması idi yani erkekler okuma yazma öğrenirken kızlara bu hak pek fazla verilmemekteydi. Osmanlı imparatorluğu yıkılırken hakkın %90 ı okuma yazma bilmiyordu.

Atatürk eğitim politikasını oluştururken akıl ve bilimi esas almıştır. Bunu yaparken de batılılaşmayı hedef olarak görmüştür. Asıl hedef ise muasır medeniyetler seviyesine çıkmaktır.
Maarifimizin böyle kötü şartlar içinde bulunduğu bir sırada Yunanlılarla harp devam etmekte. Sakarya’da savunma hazırlıkları sürdürülmektedir. Maarifin Milli Mücadele kadar önemli olduğunu belirten Mustafa Kemal Paşa 15 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif Kongresi’nin toplanmasını istedi ve kongrede yaptığı konuşmada; “Bizi yaşatmak istemeyenlere karşı yaşamak hakkımızı savunmak üzere toplanan TBMM burada Ankara’da kuruldu. Bugün Ankara Millî Türkiye’nin Millî Maarifini kuracak kongrenin açılmasına da sahne olmakla bir daha şereflenecektir. Şimdiye kadar takip edilen talim ve tahsil ve terbiye usullerinin milletimizi tarihi tedenniyatında (gerilemesinde) en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahsederken eski devrin hurafatından ve evsafı fıtriyemize (milli bünyemize) hiçte münasebeti olmayan yabancı fikirlerden şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden uzak seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü millî dehamızın tam olarak gelişmesi böyle bir kültür ile temin olunabilir”[2]

Bu görüşü ile Atatürk geleneksel eğitimin yenilenen Türk toplumunun ihtiyaçlarını gidermekte yetersiz kaldığını belirtmiştir.

Atatürk ulusal eğitimin yaygınlaşması için; eğitime ve öğretmenlere çok işin düştüğünü belirterek 24 Mart 1923 günü Kütahya lisesinde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “Toplumumuzu gerçeğe ve mutluluğa eriştirmek için iki orduya gerek vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu diğeri ulusun geleceğini yoğuran irfan ordusu “[3]

Eğitimin temel görevinin devletin varlığını sürdürmek olduğunu bilen Atatürk 27 Ekim 1922 günü yaptığı konuşmada “çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun onlara temel olarak şunları öğreteceğiz: 1) Ulusuna 2) Türkiye devletine 3) Türkiye büyük millet meclisine düşman olanlarla savaşma gereği”[4]

Büyük eğitimci ve devlet adamı olan Atatürk ün eğitim ve eğitimciye verdiği önemden sonra Türk eğitim mo****nin geliştirilmesinde dikkate alınması gereken temel ilkeler vardır. Bu ilkeler incelendiğinde görülecektir ki Atatürk ün eğitimle ilgili düşünce ve görüşleri bu günden daha moderndir. Eğitimde bize yol gösteren ilkeler şunlardır:

1. Eğitimimiz ulusal olmalıdır.
2. Eğitimimiz bilimsel olmalıdır.
3. Eğitimimiz uygulamalı olmalıdır.
4. Eğitimimiz karma olmalıdır.
5. Eğitimimiz laik olmalıdır.

Tabi bu ilkeler günümüzde uygul*****m derecesi nedir o tartışılır. Ancak Türk eğitim
sistemimizin daha ileri olması için bu ilkelerin uygulanması gerektiği söylenebilir.
Atatürk’ün eğitim felsefesini inceledikten sonra günümüzde eğitim cumhuriyetten sonra değişimlere uğramıştır. Cumhuriyetten sonra gelen hükümetler hep kendi zihniyetlerine uygun eğitim politikalarını oluşturmuştur. Bu da Türkiye cumhuriyetinde bir eğitim karmaşasına sebep olmuştur. Yani her gelen ya bir şey almış veya bir şey koymuştur. Türk eğitim felsefesinin yukarıda saydığımız eğitim ilkelerine uygun olması gerektiğine inanıyorum çünkü bu ilkeler bizi muasır medeniyetler seviyesine çıkaracaktır. Ancak günümüzde yeni hükümet AKP hükümeti birazda olsa eğitimin kalitesini artırmak için bir şeyler yapmaya çalışmaktadır ancak bunlar yeterli değildir. Son dönemlerde eğitime ayrılan bütçenin savunma bütçesinden fazla olması gibi bir uygulama önemli ve olumlu bir uygulamadır. Son dönem Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi hala kızların okullu olmaması gibi bir uygulama az da olsa kırsal kesim dediğimiz bölgelerde hala devam etmektedir. Bunu aşmak için devletin haydi kızlar okula kampanyası dikkate şayan bir uygulamadır. Bundan başka devletin halen uygulamakta olduğu eğitime %100 destek kampanyası da eğitim için çok önemli bir uygulamadır. Bu konuda biz halk aydın ve işçi memur v.b. herkese düşen görevlerin olduğunun daima bilincinde olmamız gerektiğine inanmaktayım. Onun için; devletimizin eğitim için yaptıklarını sonuna kadar desteklemeliyiz ve elimizden gelen her şeyi ortaya koymalıyız. Çünkü; çocuklar bizim çocuklarımız okullar bizim okullarımız kısacası devlet bizim devletimizdir. Özellikle ülkemizde hala devam etmekte olan kızların okula gönderilmemesi gibi çağdışı uygulamaların önüne geçmek için hep beraber el ele vererek çalışmalıyız.

MİLLİ EĞİTİM
Eğitim bir insanın kabiliyet ve davranışlarını geliştirmek toplumun iyi değerlerini benimsetmek için yapılan işler ve uygulanan yollardır. Millî eğitim bir milletin genç nesillerini o milletin maddî ve manevi değerlerinin gösterdiği hedefler içinde ideal insan tipi olarak yönlendirme ve yetiştirmedir. Eğitimin konusu insandır. Eğitime önem veren toplumlar huzur ve kalkınma için gereken en önemli yatırımı yapmış sayılırlar. İyi bir vatandaş ancak iyi bir eğitim sayesinde yetiştirilebilir.

Eğitimde geri kalan toplumlar gelişme ve ilerleme sürecini yakalayamazlar. Ailede başlayan eğitim okullarda devam eder ve insan hayatının her dönemini kapsar. Eğitim bir ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsurdur. Ülke kalkınması ancak eğitimde birlik sağlanması ile gerçekleştirilebilir.

Her yenileşme hareketinin başarısı eğitim alanındaki başarıya bağlıdır. Kalkınmanın akıl ve bilimin önderliğinde gerçekleşeceğine inanan Atatürk millî eğitime büyük önem vermiştir.

Hiçbir devlet kurucusu Atatürk kadar eğitime önem vermemiştir. Atatürk bir sözünde "Maarif vekili olarak millî irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir." demiştir. Başka bir konuşmasında "Eğitimdir ki bir milleti ya hür müstakil şanlı âli bir heyeti içtimaiye hâlinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder." diyerek eğitime verdiği önemi dile getirmiştir.

Memleket sorunlarının çözümü ancak iyi bir eğitimle mümkündür. Eğitim ve öğretimdeki gelişme düzeyi bir toplumun kalkınmışlığının aynasıdır.
Eğitim çağdaş ve millî değerlere bağlı olmalıdır. Millî değerlerden yoksun bir eğitim millî birlik ve beraberliğin kurulmasını zorlaştırır. Geri kalmışlık zincirini kırmak Atatürk'ün gösterdiği hedefler doğrultusunda çağdaş ve tarihini unutmayan nesiller yetiştirmekle mümkün olur.

Atatürk eğitimin yabancı fikirlerden etkilerden uzak ve millî değerlerimize uygun olmasını istemiştir. Bu konuyu "Bugüne kadar izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletimizin tarihsel gerilemesinde en önemli etken olduğu kanısındayım. Onun için ulusal bir eğitim programından söz ederken eski devrin boş inançlarından toplumsal yapımızla hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden doğudan ve batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak ulusal özelliklerimizle ve tarihimizle uyuşabilen bir kültür kastediyorum." sözleriyle belirtmiştir.

Eğitimin çağdaş ve bilimsel olması gerektiği konusunda ise şunları söylemiştir: "Evet milletimizin siyasal ve toplumsal hayatında milletimizin zihinsel eğitiminde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti Türk sanatı ekonomisi Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir. Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Yurdumuzu bir çember içine alıp dünya ile ilişkisiz yaşayamayız. Tersine gelişmiş ve yükselmiş bir ulus olarak uygarlık alanı üzerinde yaşayacağız. Bu yaşam ancak bilimle teknikle olur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve her yurttaşın kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için sınır ve koşul yoktur." Eğitimde kalkınma bir milletin topyekün kalkınması demektir.

Atatürk Kütahya ilimize yaptığı bir gezide öğretmenlere "Memleketimizi
toplumumuzu gerçek hedefe mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır." diye seslenerek eğitimin bir milletin hayatındaki önemini belirtmiştir.

Bir devlet eğitim çağındaki kuşaklara iyi ve kötüyü kalkınmayı millî birlik ve beraberlik ülküsünü ancak eğitimle verebilir. Eğitimine önem vermeyen milletlerin kalkınmaları mümkün değildir.

Genç kuşaklar güçlü bir millî eğitimle gerektiğinde millî menfaatler konusunda kendi çıkarlarını hiçe sayan her türlü fedakârlığı yapmaya hazır bir ruhla yetiştirilmelidir.

TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU VE MEDRESELERİN KALDIRILMASI
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde diğer kurumlar gibi eğitim kurumları da büyük bir çöküntü içinde idi. Osmanlı Devleti'ndeki eğitim kurumları olan medreseler Kuruluş ve Yükseliş dönemlerinde gerek eğitim kadrosu gerekse programları bakımından çok ileri bir seviyedeydi.
Fakat 17. yüzyıldan itibaren devletin diğer kurumlarındaki gerilemeye paralel olarak eğitim kurumları da geriledi.

Devletin yıkılışını önlemek amacıyla yapılmaya başlanan yenilikler çerçevesinde eğitim kurumları da yeniden düzenlendi. 18. yüzyılın sonlarında ordunun subay teknik eleman ve doktor ihtiyacını karşılamak üzere çağın gereklerine uygun okulların açılmasına başlandı. Tanzimat Dönemi'nde askerî okullardan başka Avrupa'dakilere benzer modern eğitim kurumları açıldı. Medrese ve modern devlet okulları dışında kendi dillerinde eğitim yapan azınlık ve yabancı okulları da vardı. Bu okullarda okutulan farklı dersler sebebiyle ayrı duygu ve düşünce değişik kültür ve davranışa sahip insanlar yetişti. Bu uygulama ülkede millî kültürün gelişmesine büyük ölçüde engel olmaktaydı. Bu sebeple millî bir kültür oluşturulamıyordu.

Kurtuluş Savaşı'nın amacı millî birliğin sağlanması ve çağdaşlaşma olduğu için Osmanlı eğitim sistemi devam ettirilemezdi. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal eğitim konusunda da çalışmalara başlamıştı. 16 Temmuz 1921'de yaptığı bir konuşmada millî kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederek eğitim ve kültür konusundaki bölünmüşlüğün kaldırılmasını savundu. Osmanlı Devleti'nde var olan mektep-medrese ayrımının kaldırılacağını söyledi. Eğitimin yaygınlaştırılarak bilgisizliğin yok edilmesi gerektiğini vurguladı.

Büyük zaferden sonra çağdaş bir eğitim sisteminin kurulması için düşündüklerini uygulamaya koydu. Bu amaçla Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 3 Mart 1924'te Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul edildi. Bu kanunla medreseler kaldırıldı ve Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içindeki bütün okullar Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Böylece eğitim kurumlarının bir çatı altında toplanması ve eğitimin millî bir nitelik kazanması sağlandı.

2 Mart 1926'da maarif teşkilâtı hakkındaki kanun kabul edildi. Bu kanunla lâik eğitime uygun ilk ve ortaöğretim programlan belirlendi. Eğitim hizmetleri modern bir hâle getirildi. Bundan sonra millî ve lâik eğitimi yaygınlaştırmak için hızla ilkokullar ortaokullar liseler ve yüksek okullar açıldı. Bunların yanı sıra meslek okulları da açıldı. İlkokul zorunlu hâle getirildi.

Eğitim ve öğretimde çağdaş ülkeler seviyesine çıkmak için yeni programlar geliştirildi. Atatürk Türkiye'de millî eğitimin kuruculuğunu da yapmış oldu.

YENİ TÜRK HARFLERİN KABULÜ
Cumhuriyet Dönemi'nin en önemli inkılâplarından birisi de Harf İnkılâbı'dır.
Türkler tarih boyunca değişik alfabeler kullanmışlardır. Türklerin kullandığı ilk alfabe Göktürk Alfabesi'dir. Bu alfabe aynı zamanda ilk millî alfabemizdir. Bundan sonra Uygur Türkleri kendilerine mahsus bir alfabe kullandılar. İslâmiyet'in kabulünden sonra Arap Alfabesi kullanılmaya başlandı. Arap harfleri Türk Dili için uygun değildi.
İlerlemenin önündeki en büyük engel cehaletti. Milleti bu durumdan kurtarmaya kararlı olan Mustafa Kemal kurtuluşun yolunu da şu sözü ile gösterdi: "Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak; kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir."
Okur-yazarlığı yaymak ve cehaleti kısa zamanda gidermek için Atatürk'ün emriyle bir komisyon kurulup yeni Türk alfabesi hazırlandı. Harf İnkılâbı'nın ilk müjdesini Mustafa Kemal 8 Ağustos 1928'de İstanbul'daki Sarayburnu Parkı'nda halka şöyle duyurdu: "Arkadaşlar bizim güzel ahenkli zengin dilimiz yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. ... Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa kadına erkeğe hamala sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir yüzde sekseni bilmezse bundan insan olanlar utanmalıdır."
Bundan sonra yeni Türk harflerinin yaygınlaştırılması için bir seferberlik başlatıldı. Başöğretmen Atatürk yurt seyahatine çıkıp kara tahta başında yeni Türk harflerini vatandaşlara öğretti. Ankara'da toplanan öğretmenler birliği kongresinde öğretmenler Atatürk'ün açtığı bu yeni yolda sabırla çalışacaklarına ant içtiler. Üç ay gibi kısa bir zamanda inkılâp gerçekleşti
1 Kasım 1928'de yeni Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. Kanunun kabul edilmesinden sonra geniş halk kitlelerine okuma yazma öğretmek üzere "Millet Mektepleri" açıldı.
Atatürk Millet Mektepleri Başöğretmeni ilân edildi (24 Kasım 1928).
Böylece eğitim ve kültür hayatımızda yeni bir dönem başlamış oldu

İleti konusu: Atatürk'ün Devrimleri

DİL DEVRİMİ
Dil milli yapıyı oluşturan sağlamlaştıran ortak bağdır. Atatürk Türk Dilini kendi milli asil benliğine kavuşturmayı ve kendi benliği içinde zenginleştirerek büyük bir kültür dili haline getirmeyi 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Dil Kurumu) kurarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tarih anlayışında olduğu gibi milli kültürümüzün temeli olan dilde de millileşmek bir zorunluluktu. Atatürk dildeki bağımsızlığı siyasi bağımsızlığın bir parçası sayıyordu.

Dil devrimi Türk Devrimi'nin temel prensiplerine de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma devrimidir. Atatürk Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğu 1932 yılında TBMM'ni açış konuşmasında; "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benliğine aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın dikkatli alakalı olmasını isteriz" sözü ile dildeki gelişme ve sadeleşmeyi sadece toplumda bir akım olarak değil yasama ve yürütme organına da düşen bir görev olarak göstermiştir.
Atatürk'ün 1932 yılında başlattığı dil devrimi çalışmalarına milli kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla eğilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet felsefesinin temelinde Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesinin ön safına çıkarma amacı yer aldığına göre dilimizin de uzun vadede böyle bir medeniyet seviyesinin gerekli kıldığı bütün kelime kavram ve terimleri karşılayabilecek bir kültür dili durumuna getirilmesi gerekiyordu. Atatürk'ün çabaları ile Türkçe'nin bütün sorunları bir bütün olarak düşünülmüş sistemli bir şekilde başarılı çözümlere ulaştırılmaya çalışılmıştır.

SALTANATIN KALDIRILMASI
Mudanya Mütarekesi'nden sonra Lozan Barış Konferansı için hazırlıklar başlayınca Osmanlı Hükümeti Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında konferansa katılmak arzusunda olduğunu bildirdi. İtilaf Devletleri'nin hala İstanbul'da bir hükümet tanımak ve onu da Türkiye ile birlikte konferansa çağırmak istemeleri ve bu hükümetin de delegeleri beraberce seçmek için Büyük Millet Meclisi'ne başvurması Mustafa Kemal Paşa'yı harekete geçirdi.

Sadrazamı Tevfik Paşa'nın barış konferansında görüş ve sözbirliği Büyük Millet Meclisi Başkanlığına çektiği telgraf Mecliste tepkiyle karşılandı. Gerek Mustafa Kemal Paşa'nın 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde ve gerekse 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada egemenliğin millette olduğu ilan edilmişti.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve pek çok milletvekilinin ortak teklifi 30 Ekim 1922 günü TBMM'de görüşülmeye başlandı. Önergede Saltanatın kaldırıldığı belirtiliyordu. Saltanatla birleşmiş olan "halifelik" ise ondan ayrılacaktı. Ateşli görüşmeler sırasında şu düşüncelerin Meclis Genel Kuruluna hakim olduğu görüldü: Saltanat Halifelikten ayrılsın ve kaldırılsın. Halifeyi biz seçelim; -Saltanat ve Halifelik birbirinden ayrılamaz. Bu nedenle eğer Saltanat kaldırılırsa Halifelik de kalkmış olur ki böyle bir durum düşünülemez. Görülen şuydu: Başta Hüseyin Rauf (Orbay) Bey ve Refet (Bele) Paşa gibi Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın arkadaşlarının bulunduğu bir grup Halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını ileri sürüyorlardı. Saltanatın kaldırılması hakkında kanun tasarısı Türkiye Büyük Millet Meclisi Karma Komisyonunda görüşülürken hilafetle saltanatın ayrılamayacağı düşüncesi ileri sürüldü. İlk grubun içinde bulunanlar ise böyle bir ayrımın mümkün olduğunu belirtiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa söz alarak tarihsel ve bilimsel açıklamalarda bulunarak yüksek sesle şunları söyledi: "Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakereyle münakaşa ile verilemez. Hakimiyet saltanat kuvvetle kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan millete saltanatını hakimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."

Mustafa Kemal Paşa'nın bu çok önemli ve tarihi konuşması sonunda Karma Komisyon'da görüşülen teklif hemen kabul edilmiş ve ivedilikle Genel Kurulda görüşülerek 1 Kasım 1922'de 308 Numaralı karar olarak benimsenmiştir. Yeni Türkiye'nin yeni temellerinin de bir ifadesi olan bu karar ile hilafet ve saltanat birbirinden ayrılmış saltanat kaldırılmıştır. Ertesi gün TBMM Osmanlı veliahdı Abdülmecid Efendi'yi halife seçmiştir. Böylece çok önemli bir gelişme sağlanmıştır. TBMM'nin Saltanatı kaldırma kararı İstanbul Hükümeti tarafından da benimsenmiştir. Hükümet istifa etmiştir. Devir ve teslim işlerine derhal başlanmıştır. Bu tutum Saltanatın kaldırılmasının beklendiğini de gösterir. Saltanatın kaldırılma kararı üzerine 17 Kasım 1922'de Sultan Vahidettin İngiltere himayesine sığınarak Malaya zırhlısı ile yurdu terketmiş ve Malta'ya gitmiştir. Oysa Osmanlı tarihinde hiçbir padişahın düşmana sığınmak gibi bir tutum içine girdiği görülmemiştir.

1921 ve 1924 ANAYASALARI
20 Ocak 1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye Kanunu)
20 Ocak 1921'de TBMM tarafından kabul edilen ilk Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) TBMM'nin dokuz aylık çalışmasından ve uzun görüşmelerden sonra kabul edilmiştir. Bu Anayasa dağılan ve yok olan Osmanlı İmparatorluğu yerine yeni bir devletin kuruluşunu hukuki yönden belirten ve varlığını sağlayan bir eserdir. Yeni Anayasa aynı zamanda milli egemenliği hakim kılan ve vatanın kaderine milli egemenliğin temsilcisi Büyük Millet Meclisi'nin el koymasını mümkün kılan ve onun meşruluğunu da tanıtan hukuki ve siyasi değeri olan bir belgedir.
20 Ocak 1921'de kabul edilen Anayasa 23 asıl bir de ayrı madde halinde iki kısım olarak düzenlenmiştir. Genel esasları kapsamaktadır. Anayasanın kısa oluşu o devrin özelliğinden ileri gelmekteydi. Sadece olağanüstü şartları ve acil ihtiyaçları karşılamak için kısa ve özel bir anayasa hazırlanmıştı. 20 Ocak 1921 Anayasası bir geçiş dönemi anayasası olarak Milli Mücadelenin çok dinamik olağanüstü şartlarına uymakta ve demokratik niteliğinin yanı sıra ihtilalci karakterini de korumaktaydı. Anayasanın ruhunda ve mantığında kuvvetler birliği sistemi hakimdi. Milli iradeyi millet n***** temsil eden tek yetkili organın Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmektedir. Başkansız bir Cumhuriyet kuran bu Anayasa ile milli irade Meclis tarafından tescil edilmekte ve yürütülmekte böylece kuvvetler birliği esası kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da şart kılınmaktadır.

20 NİSAN 1924 Anayasası
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu) olağanüstü devrin olağanüstü şartları içinde çıkarılmış dinamik bir dönemin anayasası idi. Daha sonra şartlar değişmiş Cumhuriyet ilan olunmuş Türk devrimi aksiyon evresinden yeniden düzenleme reformlar evresine yönelmişti. Yeni Türkiye'nin yeni bir Anayasaya ihtiyacı vardı. TBMM'nde çalışmalar ve müzakereler sonunda 20 Nisan 1924'te 105 maddeden oluşan yeni Anayasa kabul edildi.
20 Nisan 1924'te kabul edilen yeni devletin ikinci Anayasası Milli Mücadelenin kazanılmasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra demokrasi ilkesine değer veren bir anayasa olarak düzenlendi.
1924 Anayasası dayandığı ilkeler bakımından 1789 Fransız İhtilali'nden itibaren gelişen ferdiyetçi ve hürriyetçi hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil etmekte ve aynı zamanda siyasi fikir akımlarının tarihi gelişmesinden de faydalanmaktadır. Bu Anayasa hazırlanırken 1921 tarihli Anayasanın dayandığı temel esaslardan esinlenilmiştir. Milli egemenlik tek meclis ve kuvvetler birliği ve meclisin üstünlüğü prensipleri 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu'ndan alınmış ve geliştirilmiştir.
1924 Anayasası egemenliğin yalnızca millete ait olduğu ve ancak TBMM tarafından kullanılacağı esasına uygun olarak hazırlanmıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması ona bir diğer ilahi veya beşeri otorite ve makamın ortak olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ilkeyle egemenliğin milli niteliği 1924 Anayasasında daha belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kayıtsız ve şartsız millet egemenliği düşüncesinden hareket eden Anayasanın siyasal sistemi böylece devlet içinde Büyük Millet Meclisi tarafından temsil olunan; tek kuvvet tek meclis ilkesine dayanmaktadır. 1924 Anayasası meclis hükümeti ile parlamenter hükümet sistemi arasında bir köprü görevi görmüştür. 1924 Anayasası 1921 Anayasasından daha yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmiş Anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemiş kamu özgürlüklerine geniş yer vermiştir.

ULUSLARARASI SAAT ve TAKVİMİN KABUL EDİLMESİ
**çülerde Değişiklikler
1 Nisan 1931 tarihinde çıkarılan 1782 Sayılı Kanunla eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirilmiş; arşın endaze okka çeki gibi hem belirli olmayan hem de bölgelere göre değişen eski ölçüler kaldırılmıştır. Medeni ölçü sayılan onlu yönteme uygun metre ve kilogram gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir. Uzunluk ve ağırlık ölçülerinde yapılan bu değişiklikler ülkede ağırlık ve uzunluk ölçülerinde tek bir sistemin uygulanmasını sağladığı gibi uluslararası ticari ilişkilerde de yararlı olmuştur.

Takvimde Değişiklik

Ayın hareketlerine göre ayları gösteren saat rakam ve tatil günleri gerek memleketin iç hayatında gerekse dünya ile olan ilişkilerimizde büyük güçlük çıkartıyor çalışma hayatımızda karışıklıklara neden oluyordu. 26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen kanunlarla Hicri ve Rumi takvim kaldırılarak yerine Miladi takvim alaturka saat yerine de uluslararası saat kabul edildi. 20 Mayıs 1928'de de uluslararası rakamlar yasallaştı.
Hafta tatili olarak kabul edilen cuma yerine pazar gününün resmi hafta tatili günü olması ise 1935'te çıkarılan bir kanunla sağlanmıştır.

SOYADI KANUNU
Kişinin soyadının bulunmaması toplum hayatında karışıklara neden oluyordu. Ayrıca bu durum toplumsal ilişkiler bakımından da bir ek...likti. Soyadı yerine kullanılan baba adı doğduğu memleketin adı ve kullanılan lakaplar soyadının toplumsal ilişkilerdeki rolünü oynayamıyordu.
21 Haziran 1934'te çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile her vatandaşın öz adından başka bir de soyadı taşıması zorunlu kılındı. Soyadları Türkçe olacaktı. Rütbe memurluk yabancı ırk ve millet adları ile ahlaka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılmayacaktı.
Soyadı kanununun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 yılında 2258 Sayılı Kanunla TBMM Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak Gazi Mustafa Kemal Paşaya Atatürk soyadını vermiştir.
1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da; "Ağa Hacı Hafız Hoca Molla Efendi Paşa" gibi eski toplum zümrelerini belirten unvanlar kaldırılmıştır. Aynı kanunla yurt savunmasında Milli Mücadelede gösterilen başarılar karşılığı verilen madalyalar dışında eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak da yasaklanmıştır.

SANAYİ
Milli Mücadelenin sonucunda İstanbul İzmir ve Adana'da hurda bir durum arz eden birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul'da harap bir askeri fabrika ülkenin sanayi gücünü oluşturuyordu. Kalkınmak için sanayileşmek bir zorunluluktu. Sanayi kuruluşlarını teşvik ve koruma amacıyla 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu sanayinin tanımını yapmakta ve sınıflara ayırmaktaydı. Her grup kanunun getirdiği muafiyetlerden taşıdığı önem derecesinde faydalanmaktadır. Teşvik-i Sanayi Kanunundan faydalanılarak memlekette bazı sanayi kuruluşları kurulmuştur. Ayrıca 1929 yılından itibaren yüksek gümrük tarifeleri uygulama imkanı memleket sanayiini dışarının rekabetinden koru... geliştirilmiştir.

Bu dönemde devlet temel tüketim ve ara malları alanında ithal ikamesi sağlamak amacıyla üç beyaz ve üç siyah projesine öncelik vermiştir. Un şeker pamuklu üç beyazı: kömür demir ve akaryakıt da üç siyahı temsil ediyordu. Bu temel malların yurt içinde üretilmesi ile hem döviz tasarrufu sağlanacak hem de dışa karşı bu maddeler için bağımlılık kalmayacaktı.
Devlet bu dönemde doğrudan sanayi yatırımlarına hemen hemen hiç iltifat etmemiş faaliyetini daha çok insan yetişmesine eğitime ve altyapı yatırımlarına yöneltmiş sanayinin özel teşebbüs tarafından yaratılabileceğini varsaymıştır. Bunun için de özel sermaye yatırımlarını teşvik edici tedbirlere başvurmuştur.
1931 yılında iktidar partisi CHP özel sektör girişimlerinin ülke kalkınmasında yetersiz kalması sonucu progr***** devletçiliği almış hazırlık ve çalışma devresinden sonra 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nı 1934 yılından itibaren uygulamaya koymuştur.
Ancak 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nın uygulanmasından önce çok önemli düzenlemeler yapmış ve yeni birtakım müesseseler kurulmuştur. 1933 yılında Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi Kredi Bankası kaldırılarak bunların yerine Sümerbank kurulmuştur. Sümerbank'ın faaliyetlerinin ana amacı özel sektör sanayiinin kredi ihtiyaçlarını karşılamak olmakla beraber esas görevini sanayi planının uygulanması teşkil etmiştir. Sümerbank aynı zamanda daha sonra kurulan diğer devlet kuruluşlarına da örnek olmuştur.
1935 yılında yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) elektrik enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE) maden ve elektrik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla Etibank kurulmuştur.
1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nda tekstil sanayii kendir-kesen sanayii demir-çelik sanayii sömikok fabrikası porselen-çini sanayii sudkostik klor suni ipek selüloz ve kağıt tesisleri şeker sanayii süngercilik ve gül sanayileri yer almıştır. Planın uygulanmasına 1934 yılında başlanmış planda öngörülen tesisler beş yıl içinde tamamlanarak işletmeye açılmıştır. Yine bu devrede planda yer almayan askeri fabrikaların modernizasyon ve genişletilmesine de devam edilmiştir. 1933-1938 yılları Türk sanayiinin ilk ve planlı kuruluş safhasıdır. Planlı kalkınma teknik alanda iş gücü yaratmış ve toplum yaşantısına büyük ölçüde etki yapmıştır. Özellikle toprağın verimini artıracak olan tekniğin tarıma uygulanmasının bütün bir endüstri hayatının gelişmesi ile mümkün olabileceğini de ortaya koymuştur.

TÜRK ALFABESİNİN KABULÜ
1 Kasım 1928'de Latin esasından alınan harfler (Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek) "Türk harfleri" adıyla 1353 Sayılı Kanunla kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.

Arap harflerinin Türkler tarafından kullanılması İslamiyet'in kabulünden sonra başlamış ancak bu harfler Türk diline hiç bir zaman uyamamıştır. Türkçe Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Harf İnkılabının hedefi okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak modern öğretim ve eğitimin gerçekleşmesini sağlamaktı. Harf İnkılabının ilk adımı 20 Mayıs 1928'de 1288 sayılı kanunla Arap rakamlarının kullanılmasına son verilerek uluslararası rakamların kabulü ile başlamıştı.
Atatürk 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul'da Sarayburnu Parkı'nda düzenlenmiş bir şenlik sırasında Harf Devrimini halka duyurmuştur; "Arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar bizim güzel ahenkli zengin lisanımız (dilimiz) yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki Milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete kadına erkeğe köylüye çobana hamala sandalcıya öğretiniz" demiştir. Harf Devrimi büyük bir tarihi olaydır. Çünkü sosyal kültürel ve siyasi alanda geniş yankıları olmuştur.
1 Kasım 1928'de Latin alfabesine dayalı yeni Türk Alfabesinin kabulünden sonra 24 Kasım 1928'de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi gereğince yurdun her köşesinde Millet Mektepleri açılmış halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara "Millet Mektepleri Başöğretmeni" sıfatıyla katılmıştır.

TARİKAT TEKKE ZAVİYE ve TÜRBELERİN KAPATILMASI
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke zaviye türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması zorunlu kurumlardı. Atatürk Kastamonu'da 30 Ağustos 1925'te söylediği bir nutukta türbelerin tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; "**ülerden medet ummak medeni bir cemiyet için şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır."

30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik dervişlik müritlik de****k seyitlik çelebilik babalık emirlik halifelik falcılık büyücülük üfürükçülük gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi eylem unvan ve sıfatların kullanılmasını bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır.

ŞAPKA KILIK ve KIYAFET DEVRİMİ
Atatürk 23 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek giysi devriminin ilk işaretini verdi. "Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Medeni ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu giyeceğiz." diyen Büyük Atatürk 27 Ağustos 1925'te de İnebolu'da "Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir." diyerek medeni yaşayışa uyan kıyafetin kabulü gerekliliğini belirtmiştir. Atatürk'ün uyarması üzerine daha 25 Kasım 1925 tarih ve 671 Sayılı Şapka Kanunu çıkmadan önce vatandaşlar şapkayı giymiş ve bu yenilik medeni kıyafet değişimi olarak halk arasında iyi karşılanmıştı. Bundan sonra cüppe ve sarık giymek yasaklanmış bu kıyafetleri giyme hakkı yalnız din adamlarına tanınmıştı.

CUMHURİYET'İN İLANI
Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922'de aldığı tarihi kararında saltanata son vermiştir. Bu tarihi kararın da açık bir belirtisi olarak 1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime geçilmiştir. Ancak Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vermiş ve yeni kurulan Meclis Lozan'da elde edilen antlaşmayı onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması'nın kabulü ve 6 Ekim 1923'te Türk Ordusunun İstanbul'a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23 Nisan 1920'den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da bir zorunluluk haline gelmiştir.
Cumhuriyet'in Kabulü 25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı Büyük Millet Meclisi'nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akş***** kadar kabine kurulamaması üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa Çankaya köşkünde yemek sırasında arkadaşlarına; "Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz" diyerek görüşünü açıklamıştır. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu.
Grupta cereyan eden uzun müzakereler sonunda Cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Parti Grubu'ndan sonra Meclis toplanarak hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında gece saat 20.30'da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.'lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu kanunla Anayasanın 1 2 4 10 11 ve 12'nci maddeleri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Bu önemli değişiklikler 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

ANKARA'NIN BAŞKENT OLUŞU
Lozan Barış Antlaşması'nın TBMM tarafından onaylanmasından sonra İstanbul 23 Eylül 1923'ten itibaren tahliye edilmeye başlandı. 6 Ekim 1923'de İstanbul'un yabancı işgal kuvvetleri tarafından boşaltılması tamamlandı. Yabancı işgal kuvvetlerinin İstanbul'dan ayrılması gündeme hükümet merkezi sorununu getirdi. İsmet Paşa (İnönü) hükümet üyesi olmakla beraber Ankara'nın başkent oluşunu öngören önergeyi 9 Ekim 1923'te on dört arkadaşı ile birlikte Malatya Milletvekili olarak TBMM'ne verdi. İsmet Paşa Ankara'nın hükümet merkezi olması konusunu acil bir sorun olarak görmekte ve Lozan'dan itibaren zihnine yerleşmiş bulunduğunu ifade etmektedir. İsmet Paşa'ya göre Ankara'nın başkent olması iç ve dış çeşitli sebeplere dayanmaktadır: "Lozan'da Batı dünyasının murahhasları mütehassısları diplomatları ile görüşüyorum. Bunlar İstanbul Hükümeti'ni İstanbul muhitini tanıyan insanlar ve yeni devletin o muhitin insanlarına göre kurulmasını arzu ediyorlar. Bunu her hallerinden anlıyorum. Bizim bakımımızdan meselenin daha ehemmiyetli ve değişik cepheleri var. Bir defa Boğazlar askeri bakımdan tamamıyla açık tamamıyla emniyetsiz. Bu vaziyetteyiz. Lozan Antlaşması'yla elde edebildiğimiz neticeler ve tarihi şartlar bizi endişeye sevk ediyor. Ayrıca Anadolu'nun ortasında bulunarak ve bir Anadolu hükümeti olarak yeni devleti çalıştırmak istiyoruz".
İsmet Paşa'ya göre; Ankara'nın hükümet merkezi olması meselesinin hilafetle bir ilgisi yoktur. Fakat Ankara hükümet merkezi olunca hilafet bir bakıma devletimizin dışına atılmış oluyor: "Gerçi biz hilafeti devamlı bir müessese olarak düşünmüyoruz Fakat Ankara'nın hükümet merkezi olması ve hilafet merkezinin İstanbul'da bulunması ondan kurtulmak için ayrıca bir temel vasıta olacaktır."
Teklif edilen Anayasa maddesi gayet kısadır: Türkiye Devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir." Ancak teklif edilen kanun maddesinin gerekçesi Ankara'nın yeni Türkiye'nin merkezi olması gereğini açıklamaktadır. Gerekçe özetle yeni Türkiye'nin varlığının ülkenin kuvvet kaynaklarının gelişmesinin sağlanması Anadolu'nun merkezinde başkent tesis etmek lüzumunu açıklıyor ve coğrafi ve stratejik durum iç ve dış güvenlik de bunu gerekli görüyordu.
13 Ekim 1923'te TBMM'de kabul edilen tek mad****k bir yasa ile Ankara yeni devletin başkenti olmuş ve böylece devlet merkezinin İstanbul olacağı yolundaki çekişmelere son verildiği gibi Cumhuriyetin ilanı için de bir adım atılmıştır. Bu aynı zamanda Milli Mücadele'nin başından beri uygulanan Ankara'nın İstanbul'a hakim olacağı esasının bir sonucu idi.

ANKARA'NIN BAŞKENT OLMASI İÇİN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI'NA VERİLEN ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ TEKLİFİ
Yüksek Başkanlığa
Lozan Antlaşması'nın tamamlayıcılarından tahliye protokolünün uygulanması son bulmuş ve baştan başa yabancı işgalinden kurtulan Türkiye'nin fiilen kuruluşu tahakkuk eylemiştir. Milletimizin en değerli beldelerinden İstanbul'umuz İslamiyet'in hilafet merkezi olma durumunu İslam alemi içinde tahsisen ve hasren Türk milletinin savunma vasıtalarına emanet edilmiş olarak sonsuza kadar sürdürecektir. Diğer taraftan Türkiye Devleti'nin idare merkezi için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde karar vermek zamanı gelmiştir.
Bir devletin merkezini tayin için esas olacak düşünce yeni Türkiye'nin idare merkezinin Anadolu'da ve Ankara şehrinin seçilmesini gerekli kılmaktadır. Söz konusu düşünce; Antlaşma ile Boğazlar için kabul edilen hükümler yeni Türkiye'nin varlığının esası memleketin kuvvet kaynakları ve gelişmesini Anadolu'nun merkezinde tesis etmek gereği coğrafi ve stratejik durumunun müsaadesi çerçevesinde iç ve dış güvenliğin sağlanması hususunda geçmişte edinilmiş tecrübelerle özetlenebilir. Bu düşüncelerin her biri başlı başına bir önemli gerekçe sayılacak durumdadır. Devletin idare merkezinin yeni bir şekilde tesis ve gelişmesine bir an önce başlamak iç ve dış tereddütlere son vermek için alttaki kanun maddesinin kabulünü arz ve teklif ederiz.
Kanun maddesi : Türkiye Devleti'nin idare merkezi Ankara şehridir. 9 Ekim 1923 Malatya:İsmet İnönüÇorum:Ferit TörümküneyDiyarbakır:Zülfü TiğrelErtuğrul (Bilecik)r.Fikret OnuralpKütahya:Seyfi AydınMalatya:Hilmi OytaçKastamonu:M. MahirErzurum:RüştüErzincan:Sab itSivas:RahmiBursa:N ecati KurtuluşBursa:Refet (Canıtez)Konya:Kazım Hüsnü Beyİstanbul:Ali Rıza BebeKarahisarıSahip:M. Kamil

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı hükümdarına sadece dini başkanlık yetkiler tanınmıştı. Hükümet TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid Efendi'den sadece Müslümanların Halifesi ünvanını kullanmasını gösterişli hareketlerde bulunmamasını istemişti. Abdülmecid halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak "Halife-i Müslimin" ünvanından başka sıfat ve ünvanlar taşı... Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkmıştır.
Bazı politikacılar ise; "Hilafet aynı hükümettir hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin hiç bir meclisin elinde değildir" diyerek Halife'yi Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşayı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep Halife mevcut oldukça Türkiye'de yapılması zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.
3 Mart 1924 tarihli "Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun"la hilafet kaldırılmıştır. Böylece yeni Türkiye önemli bir adım daha atmıştır. Hilafetin kaldırılmasının Türkiye'de ve dünyada geniş yankıları olmuştur. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.

TÜRK MEDENİ KANUNU
17 Şubat 1926'da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ve 22 Nisan 1926'da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre'den 1 Mart 1926'da kabul edilen Ceza Kanunu ise 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu'ndan alınarak yürürlüğü girmiştir. Bu kanunları 1927'de yürürlüğe giren İsviçre'nin Neuchatel Kantonundan alınan Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etmiş 1929'da ise yürürlüğe giren 4 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da Almanya'dan alınmıştır.
17 Şubat- 1926'da kabul edilen Medeni Kanun Türkiye'de laik bir özel hukuk sisteminin başlangıcını teşkil etmiştir. Bu kanun ile toplumsal alanda kadın erkek eşitliği sağlanmış kadınlara istediği mesleği seçme hakkı verilmiş resmi nikah mecburi hale getirilmiş tek eşle evlilik sistemi benimsenmiş kadınlara miras konusunda eşitlik ilkesi getirilmiş boşanmalarda kadın güvence altına alınmıştır. Ayrıca Medeni kanunla Patrikhanelerin din işleri dışındaki azınlık haklarını kontrol yetkisi kaldırılmıştır.

TARIMDA DEVRİM
Büyük zaferin kazanılmasından önce Mustafa Kemal Paşa 1 Mart 1922 tarihinde TBMM'yi açış konuşmasında köylü ve tarım sorunlarına eğilmiştir. "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah mutluluk ve servete hak kazanmış ve layık olan köylüdür." Atatürk İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı konuşmada tarımın önemi üzerinde durmuş; "Kılıç kullanan kol yorulur fakat saban kullanan kol her gün kuvvetlenir." değerlendirmesini yapmıştır.

Köylünün en büyük sıkıntısı aşar veya öşür denilen mahsulünün onda birini vergi olarak ödemesiydi. Büyük bir mali fedakarlığı göze alan hükümet 1925 Şubatında Aşar Vergisini kaldırdı. Böylece köylü ağır ve sıkıntılı bir vergi sisteminden kurtulmuş oldu.
1925'te çıkarılan başka bir kanunla Hükümet köylüyü topraklandırmak amacı ile be****ni yirmi yılda ödemek üzere toprak dağıttı. Ziraat Bankası küçük çiftçilere kredi kolaylıkları tanımakla ve faiz haddini düşürmekle yararlı hizmetler yaptı. Kooperatifçiliğe önem verildi. Tarım Kredi Kooperatifleri Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı.
Köylüye yararlı olmak ve yardım sağlamak amacı ile tohum ıslah istasyonları numune çiftlikleri açıldı. Traktör kullanımı teşvik edilerek ucuz alet ve makina dağıtımı yapıldı. Atatürk çiftlikler kurarak ve modern yöntemler uygula... çiftçilere örnek oldu.
------------------------------------------------------------------

SAYFA DEĞİŞTİR

AA